Fanteziler gerçekdışı olmak zorundadır. Gelelim gezgin olmanın, yolları arşınlamanın, yürümenin ve mobilize olmanın üzerine yapılan efsanelere ve bu efsanelerin esas kaynakları olan gezginlere. Aden’de bunu anlatıyor.
Gezginler! İstediğiniz kadar, özgür olduğunuzu yineleyerek, hiç olmazsa özgürlüğün elinizden alınmadığını söyleyerek kendinizi teskin edin, acınızın çalkantısıyla giderek hasta, titremeli ve içi boş hale düşeceksiniz. Denizdeki ve yollardaki özgürlük tamamen hayal ürünüdür: Yolculukların başlangıcında özgürlüğü andırır biraz, çünkü denizden önceki hayatın o korkunç köleliğiyle karşılaştırırsınız onu. Oysa sadece, bir dizi fiziksel hareketi gerçekleştirme izniniz vardır, bir de başkalarının istediği jestleri yapmak zorunda değilsinizdir artık. Bu hiç yaşamadığınız bir rahatlıktır. Kara ve deniz yollarında nüfus yoğunluğu azdır ve yollarda yaşayanlara filanca hareketi emretmek veya yasaklamak kolay değildir. Kolunuz bacağınız gerçekten açık havaya çıkar, rahatça dolanır. Hiçbir jest rahatsız edici, yakışıksız, müstehcen sayılmaz, ne dirseğin çarpabileceği kalabalık vardır, ne de kalabalıktaki insanların yaptığı utanmazca hareketler: Bir kadının geniş kalçalarına sinsice yaslanmak, ya da kişiliğine çeki düzen vermek için sokaklardaki tüm aynalarda kendine bakmak, ya da başını kenara çevirip bir mendile hızla tükürmek gibi… Denize özgürce işeyebilirsiniz: İyi de bütün bu eylemleri özgürlük olarak adlandırabilir misiniz gerçekten?
Özgürlük gerçek bir güçtür ve insanın kendisi olmak için gerçek bir irade göstermesi demektir. Sarf ettikçe keyif veren tüm insani becerileri tatmin etme, kurma, yaratma, eyleme geçirme gücüdür.
Pencereler gezginlerin yüzüne kapanır, çünkü gittikleri her yerde insanları yola çıkmaya ve yolculuğa çağırma zorunluluğu hissederler. Haliyle herkes bilir ki, gezginler uzun zaman aynı odada kalmayı bilenlerin düşmanıdır; insanlar onların karşısında su sızdırmaz küreler gibi kapanır. Bu arada talihin kendilerine mutluluk getirmesini bekleyerek ilerlerler: Sanki, neden ve sonuçlardan oluşan bu arapsaçı herkese ödüller dağıtan bir tanrıymış gibi. Ama, belirli bir yere, özel bir eylem biçimine ve tutarlı bir yönteme bağlılık duyan, fakat buna rağmen tutkularını yitirmemiş bir insan, bu neden ve sonuçların Üzerinde güç sahibi olabilir ve onları çözebilir. O halde, “kalmak” için, insanın yüzü kızarmadan “burası evim” diyebilmesi için, gerçek gücü sevmesi gerekir. Gerçek gezginler ve gerçek kaçaklar ise insan güçsüzlüğünün zavallı örnekleridir.
Atasözleri nadiren hakikat içerir. Ama çocuklara, armudun pişip ağzımıza düşmeyeceğini söylediğimizde, etkili bir ifade kullanarak, onlara olayların gökten zembille inmediği şeklindeki basit düşünceyi iletiriz.
Gezginler yaşamlarını sürdürmek için bedenin yüzeyinden başka bir şeye sahip değildir: Sıcak ve soğuğu algılayan deri, görme, koklama, işitme. Aylaklıktan vazgeçerler ama aşkla karşılaşmazlar, kadınlar onlara yasaktır. Haklarında hiçbir şey bilmedikleri çok derin eylemleri hemen hemen hiç yerinden kımıldamadan gerçekleştiren kadınlar kadar yerine bağlı ve sabırlı başka canlı yoktur. Bir kadın tanımıştım, çocukları vardı ama yumurtalıkları olduğunu bilmiyordu. Bir gezgin, zaman zaman karşısına çıkan kadınlarla yatar: O esnada istekli olan, kendini rüzgârın tohumlarına sunan kızışmış kısraklar gibi açık kadınlar. Ama bu kadınlar gezginlerin peşinden gelmez, sonsuz meşguliyetlerine kaptırmışlardır kendilerini. Gezginler ne onlara sahip olur ne de onlara ait olabilir; böyle sabırsız aşıklara düşman bedenlerin sadece kullanım hakkına kavuşurlar.
Gezginler de tıpkı diğerleri gibi, hiçbir nesnenin tatmin edemediği güçler tarafından, aşksız aşk tarafından, dostsuz dostluk, parkursuz yarış, devinimsiz motor, harekete geçmeyen kuvvet tarafından dört bir yöne doğru çekiştirilir: Herhangi bir hedef, niyet, neden yoktur ortada. İçindeki insanlığı organ organ felç eden ve bir de bu sakatlanmaya bilgelik diyen bilgeler kadar özgür: Stoacılığın vakti çoktan geçti; bugün kaybettiğiniz zamanı sonradan telafi edeceğiniz bir cennet de yok artık. Kaçmak, sakatlığınızı daha fazla düşünmemek için sürekli kaçmak mı?
Masal uydurmuyorum burada: Saint-Jacques Burnundaki özel birliğe gönderilmiş bir sömürge askeri, omzu kalabalık hakimlerine şöyle diyordu: “Bana atfedebileceğiniz yegane suç olan bu krizlerime, bu kaçışlara direnemiyorum, elimde değil. Kaçmak zorunluluğu hissediyorum. Sizin bende olumsuz hal ve gidiş olarak gördüğünüz şeye getirebileceğim tek izah bu.”
Denizdeyim işte. Deniz üzerine düşünüyorum, çünkü denize hakkını vermek, lehte ya da aleyhte, ona karşı dürüst olmak istiyorum. Kır akşamlarında lamba ışığının cazibesine kapılan mayısböcekleri gibi, bir geminin kıyıya yanaşmasıyla cezp olan ve ardından mercan adalarındaki ısı dalgaları arasında eriyip giden insanların kayboluşu, yokluğu, sönümlenmesi var denizde. Deniz bir başka varoluştur, ağır ve büyük -üstümüze üstümüze gelen, suratı olmayan, kalp atışlarımızı ezen bir dünya. Deniz ve çöl; ateş gibi hareketli bir unsur ama görünüşte hareketsiz bir unsur. Ne sesi, ne ağzı, ne bakışları olan, güneş yanıklarıyla biçimsizleşmiş bu varlıkların insana karşı bir fesat çevirdiğini bile söyleyemezsiniz: Ne insandan yanalar, ne de insana düşman: İnsan yeni yeni geometri ve cebir sayesinde onları kavramaya başladı: Bilim sadece kendimizi kaybolmuş hissetmememize yarıyor.
Ama görüntüler, arzular ve fikirler, kışın yaklaşmasıyla patır patır ölen sinekler gibi düşüyor birbiri ardına.
Özgürlük mü? Aradığım şey, bu boşluk değil, gerçek bir güçtü.