1.ÖNCESİ
-Ağustos böcekleri nasıl söyler şarkılarını?
-Sen hiç ağustos böceği gördün mü? Ya kırmızı bir balık?…
-Ben seni neden böyle severim?
-Böyle işte…
-Derin bir sancı gibi…
-Neden böyle uçsuz bucaksızsın, endişeli ve uzak?…
Ben sevgilim, ebedi bir hayat kaçkını… Ben iyi kalpli bir yeteneksiz…
“Yaşamak bir sanattı velhasıl”
o “ince eller” olamadı bende hiç. Bu yüzden dünya hep geç kalmışlığımı vuracaktı yüzüme, nasılsa birgün yitireceğimi seni de.
Gergin ve esrik ve uzak yaşanmıyordu aşk, malum.
Aşk herkese cesaretiyle gelmiyordu işte..
-içim üşüyor..
-bir sigara versene…
-içim üşüyor..
-sarılsan ya biraz…
-bir sigara daha..
-yüzyıl oldu gideli…
2.SONRASI
Bir yürek ki, nasıl böyle deli çarpabilir?. Bir olmazın “kederi” nasıl aptalca bir “yaşama sevinci” verebilir insana?.
Tüm geçen zamana rağmen yine de yazmaya durmak, ifade edemediğin ne varsa “kutsal” kalan sözcüğe sığınmak…
Yaz (a) “düş”mek…
“Ona nasıl ulaşırım”ların yanıtsız ve sitemkar tuzaklarına sapmamaya çalışarak… Birkaç yerinden sökülen hayatım, senin havada asılı kırık sözlerin ve “uzan da bir yerlerimden tut” ülkesinden, üzerinde denizatı puluyla telgraf tellerinde salınan sadece birkaç dakikalık bir mektup…
Ellerin oyalanır, belki ağzında biraz şarap tadı bırakır diye…
_ Şarabın ağzımda bıraktığı tadı emiyorum, duyuyor musun?
3.GECESİ
Düşlerim hep karanlık. Yalnızca “karanlık” görüyorum. Bazen ben de oluyorum… Öyle karanlık ve öyle ıssız bir sokağın tam orta yerinde…
” Üzerini kirletmiş, düşmüş, dizlerini kanatmış… annesini çok kızdırmış bir çocuk gibi suçlu ve kaskatı” kalıyorum.
Korkmuyorum ama, ağlamıyorum hiç.. Hatta bir zafer çığlığı atmak istiyorum…
(Feveran ki, duuu-yullll-mu-yooor!)
Bazen de sen oluyorsun o karanlıkta..
Oradasın, uzakta… Karanlık mavileşiyor bir anda.. Mavi bir karanlık oluyorsun.
İşte bu yüzden hiç uyanmak istemiyorum yeni sabahlara, bu neşeli karanlığımdan…
-“Ben hep bağışlanmak isteyen kadın, belki birgün bağışlarsın diye” *
4.HAZANI
Bakmıyordun hiç… (Nabzım böyle atarken) Ben bilmez bir çocuktum. Tanımıyordun…
Üstelik çok hızlı koşuyordun.
Benim bacaklarım kısa… ve yoruldum da.
Yetişemiyordum.
Ne vardı bu kadar hızlı koşacak, anlamıyordum ve ne olurdu bana bırakmasaydın beni bu kadar.
Sen hızlandıkça ben yalanlıyordum kendimi ısrarla üstelik…
Sırtıma değdi elin…
Telaşın duraladı, baktın…
ve bir koşmaktır ki…
Koşmak…
Sen uzak bir çağrıydın, İstanbul’a asılı kalan.
İstanbul…
Koca memeli bir konsomatris… Yağmur yağıyordu, rimelleri de akmış.
Eğildim, usulca bir öpücük kondurdum yanağına. Sırf sen o şehrin yağmurunda ıslanıyorsun diye üstelik…
İstanbul…
Eskimiş bir kara dul…
Umursamadı bile masumiyetin busesini.
Olsundu.. Nasılsa bir yol bulunurdu…
Ay ışığı vururken Karadeniz’de salaş bir iskeleye; bir dilek daha tutarım ben de.
Bir rüzgar yalar geçer yüzümü, ürperirim.
Hatta üşürüm de biraz.
Üşürsem duyarsın belki…
Sonra geçer zaman nasılsa.
Ve ben her gece o salaş iskelede kalbimi tutup, üşümeyi dilerim.
Ve o zalim gitar sesi kulağıma fısıldar yine.
Bense, tellerine gererim ay ışığının suretini…
5.SONU
Hiç tanımadığım yüzlerde kaybolmak ya da yalnız yürüyüşü benziyor diye düşmek bir gölgenin peşine.
Delilik mi?
Olsun…
Ben, buradan o küçük kıza her baktığımda sana teşekkür edeceğim.
İçimde saklı kalanı uyandırdığın, beni sadece aşka teslim ettiğin için.
Belki yalnız bunun için seveceğim seni.
Hala el yordamıyla bulduğum hayatın karanlık sokaklarına her düştüğünde yolum, o tedirgin, ürkek kız çocuğu oluyor yanımda.
Ve ben seni hep o karanlık yola çıktığımda özlüyorum.
Bir de yanımda olduğun zamanlardaki kalbimin telaşını, elimi kolumu koyacak yer bulamayışımı, sen konuşurken hiçbir anlattığını dinlemediğim halde, yalnız yanımda olmanın bana verdiği o çocuksu heyecanı duymayı özlüyorum.
Geçiyor zaman.
Geçiyor elbet sevgili…