Hepimiz doğuyor, büyüyor ve ölüyoruz. Ömrümüz bu üç evre etrafında değişmesine karşın en anlaşılmaz olanıdır büyümek. Her gün tanıdıklarımızın hayatında gözlerini açan küçük eller bulunmakta ve tabii kaybettiğimiz o kırışık gülüşler… Her geçen gün doğum ve ölümle yüzleşiyoruz değişik şekillerde. An geliyor televizyonda karşımıza çıkıyor an geliyor arkadaşlarımızdan duyuyoruz kayıpları. Bir bebeği severek hayat verme isteğimiz kabarıyor, ölümlerle ise hislerimizi dizginliyoruz. Peki ya büyümek? Kimse sorgulamıyor büyümenin ne olduğunu. Kimse içsel dünyasını dinlemiyor. Büyümeyi yaşa, boya ve kiloya indirgeyerek geçiştiriyoruz. Ama asıl büyümek, büyüdüğümüzün farkına vararak içimizdeki Kaf Dağını keşfetmek aslında. Şöyle ki günler, aylar hatta yıllar geçmesine karşın bir şeylerin farkına varamıyoruz. Hayatın sıradan temposuna uyum sağlayıp yaşam denilen maratonda koşuşturuyoruz öylece. Birçoğumuzun hislerini dinlemeye dahi zamanı yok. Ama insan içindekilerle büyümedikçe büyümenin ne olduğunu bilemeyecek.
İnsan öncelikle düşünmeyi öğrenmeli. Yaşamın nedenini ve yaşamın kendisini düşünmeli. Geçmişi ve geleceği düşünmeli. Ama öncelikle düşünmeyi öğrenmeli ve düşündükleriyle büyümeli. İnsan okuduğu kitaplarla doyurmalı ruhunu. Küçük Prenslerle, Maria’larla yaşamı ve yaşamayı anlatan o müstesna kitaplarla büyümeli. İnsan yaşamalı yaşamı. Koşmalı özgürlük denen yolda alabildiğine. Yolda karşısına çıkan her bir tecrübeyle büyümeli. İnsan sevmeli bir güzeli ve onunla büyümeli. Oysa biz… Biz birer karıncadan farksız yaşıyoruz. Düşünmeyi unutuyoruz. Kolaya kaçıp büyüklüğü rakamlarla açıklıyoruz. Sevgiyi fazlalık görüyoruz. Erdemli değiliz, çabalamıyoruz. Sabır ise çağımızın unutulan gereksinimi…
Büyümenin anlamını kavrayamadığımız bir çağda yaşıyoruz. Ruhsal merakı körelten bir çağ… Fakat yapabileceğimiz şey zor değil. Somut dünyadan bir an olsun kopup soyut bir içsel dünyaya zaman ayırmalıyız. Benliğimizdeki birtakım değişimlerin farkına varmalıyız. Büyümek güzel fakat büyüdüğümüzü bilerek büyümek daha güzel…