Elimi ilk defa kana bulamıyorum… Başkasının göğsüne ya da kafasına ilk defa girmeye çalışmıyorum. Yapış yapış olmuş parmaklarımın arasında tuttuğum sarma sigara ilk değil. Kulaklarımdaki garip sessizlik, zihnimdeki çılgın tedirginlik ilk değil… İnsan, özel bir merak ve muamma bende. Derinlerine inmem gereken, bunun için gerekirse tırnaklarımla kazmam gereken bir muamma.
Aileme ait dağ evinin yakınındaki terk edilmiş kliniğin bir odasında, yakındaki gölde babamın balık tutarken giydiği tulumun içinde, köhne bir ameliyathanenin ortasındayım. Göğüs kafesinin çatırdayarak kolayca açılan kırılgan yapısı içimde tutamadığım bir gülümsemeye sebebiyet veriyor. Ölmeyeceğini düşünüyordu. Bir süre sonra ben de böyle düşünmüştüm. Beni aşacağını. Ben öldükten sonra da yaşayacağını, daha fazla insana zarar vereceğini ve her şeye rağmen sevileceğini zannediyordu. İri bedenine, bir zamanların korkunç cüssesine acıyarak bakıyorum. Bedenin farklı bölgelerindeki morluklar, defalarca tekrarlanmış, başka ellerden çıktığı anlaşılan derin tırnak izlerinin açtığı kapanmış yaralar var. Birkaç keskin cisim darbesi, kafatasındaki –benim de sebep olduğum – birkaç çökme, sol göğsünde taze ve derin bir yarık, kollarına attığı falçata izleri… Benim yüzümden oldu… Şiddete, aşırı alkol, uyuşturucu ve şehvete düşkünlüğü. Hiçbir halta basmayan, yara içindeki sert kafası da bunlara dahil. Kıllı göğsünün içinde olduğunu savunduğu duygulara rağmen göğüs kafesinin içinde insaniyet namına herhangi bir şey yok; hiç kullanılmamış bir kalp, aşağıda çok kullanılmış karaciğer ve böbrekler. Hizmet ettiği şeye uygun kaba saba tasarım. Yaşamasına izin vermek ve hayatının her evresi benim hatamdı.
Elimin altında kolayca parçalanıyor. Neyin nerede olduğunu, nereyi keseceğimi çok iyi biliyorum. Aradığım şeyin buralarda bir yerlerde olmasını umuyorum. Yaşamsal kaynakları ellerimin altında ne kadar da çaresiz duruyor. Yaşarken zulmüne güvendiği kalbine yaklaşıyorum. Göğüs kafesi içindeki diğer organların arasına sıkışmış, büyüyememiş, güdük kalmış, hiç kullanılmamış bir hali var. Bir kızın çığlığını duyuyor kulaklarım. Yalvarır gözlerle O’nun gözlerinden bana bakıyor. Bu kalp çığlıklar karşısında sessiz. Alnına aldığı darbeyle dağılan yüzündeki ölü gözlerinde hâlâ arsız bir bakış var. Gözlerinin içinde tecavüzlerini resmeden ellerini görüyorum. Kocaman nasırlı eller. Boğazlara sarılıyor. Genç nefesler terli, kokan bedeninin altında tükeniyor. Kalbine dokunuyorum. Akciğerleri üzerinde sarılmış sigaraların söndürüldüğü birer bulaşık süngeri gibi bezgin, pörsümüş, iki yanda yatıyor. Adam, elleri arasında can verelerin son nefeslerini, dudaklarını dudaklarına bastırarak bu ciğerlere çekiyor. Cesede bakıyorum; canavarın doğduğu günü ve yeri unutmuyorum. Burada doğdu. Bu klinikte. Bu odada. Boğazımı yakıp ağzımdan çıkan yoğun duman, kalbin olduğu derin yarığın içinde birkaç saniye kalıp havaya karışıyor. İnsanoğlunun kalbi kullanılmamaktan dolayı evrim geçirip binlerce yıl sonra “ne işe yarıyor?” denilen bir organa dönüşebilir mi? Bedenin ortasında bir boka yaramadan asılı duran, arada kalmış, pörsümüş, kullanışsız bir et parçası mı olacak?
Sonunda göğüs kafesi tam anlamıyla açılıyor. Elime alıp inceliyorum kalbi, benim kalbime benzemesinden korkup hızlıca geldiği yere sokuşturuyorum. Toplum bu kalpte ne bulmuş, neyi tasvip etmiş olabilir ki? Bu kalp hasta! Bu kalbe benzemek istemediğimi düşünüyorum. Büyük olasılıkla. Günler ve geceler boyu korkutan, ellerimi titreten, uyutmayan bir olasılık. Böylesi bir kafa ve kalbin kesiştiği mahluku anlamak, hissedebilmek her şeyi tekinsiz hale getiriyor. Ondan daha iyiyim ben. Ondan daha iyi bir katilim! Yeniden neştere uzanıyor elim. Birden aldığım, alacağım nice can geliyor aklıma. “Oysa yaratıldıklarında ne sevinçliydiler” diyorum. “Hizmet etmeleri gerekiyordu bana…” Yaşıyorlar… Hizmet edip ölüyorlar.
Göğüs kafesi ile işim bitince yanımda getirdiğim termostan kahve-konyak karışımını boşaltıyorum kupama. Kırık pencerenin pervazından uzakta, sonbaharı anımsatan kahverengi tonlardaki ağaçların arasından çatısı görünen eve bakıyorum. Kırık camına şömine demiri saplanmış, darmadağın, kırılmış eşyalar, sert yumruklarla, çarpılan kafalarla dökülmüş duvarlar, kan sıçramış yere saçılmış sayfalar beni bekliyor. Bulmamı ve bu işi bitirmemi bekliyor. İşim bitince cinayetimin izlerini silmeyi ve gölün kenarında viski şişesini kafama dikmeyi düşünüyorum. Uzaktan paslanmış ameliyat masasının üzerinde, birkaç ampulü yanan ameliyat ışığının altında uzanan yaratığıma bakıyorum. Ben ondan daha vahşiymişim gibi geliyor. Operasyonun başarısı aradığım şeyin bu bedenin içinde olma olasılığına dayanıyor. Ancak o zaman huzura kavuşabilirim. O’nu hayatımdan çıkarıp yeniden mutlu olabilirim. Geriye kalan herkesi kurtarabilirim. Onlar ne kadar kurtulmak istemeseler de.
Göğüs kafesi üzerinde çalışmayı sevmiyorum. İçindekileri orada tutamayacak kadar çelimsiz, basiretsiz. Kafatası ne hoş oysa. Kafataslarını severim. Tok bir sesle çatlar önce. İçinden ne çıkacağını merak edersiniz. Sürpriz yumurtanın çikolata gövdesinin çatlaması, oyuncağın ortaya çıkması gibi. Gözü karartan türde bir açlıkla kalkıp sabırsızlıkla beklediğiniz kahvaltıda rafadan yumurtanın tepesine vurduğunuz o ilk an gibi. İlk darbe önemlidir. Kolay değildir birinin kafasına girmek. Hele hele hayatındaki herkesi manipüle edip şiddetini haklı çıkaran birinin kafasına. Çekici alıp tek bir noktaya gittikçe sertleşerek vurmak zorundasınız. Kontrolü kaybetmeden. Zorla bir düşünceyi belletir, o kafatası içindeki önyargıları aşıp içine girmek istermiş gibi. Bir daha! Bir daha! Kibirli adamların, katillerin, tecavüzcülerin, politikacıların, adaletsizlerin kıvrımlı önyargılarını avuçlarım arasında tutmayı kafalarını karıştırmayı severim. Kafatası dediğimiz o şey içindeki tüm açık-gizli önyargıları bırakmamak istercesine sert ve önyargılar ne kadar çoksa o kadar kalındır… Molam bitti. Bir usturayla tıraş ediyorum saçlarını. Neşterimle alnının ortasından ensesine kadar uzanan alanı daire şeklinde yarıyorum. Ön kısımdaki derinin kemikle birleştiği yeri sivri ucuyla dikkatlice sıyırıyorum. Parmaklarımı alnının ortasındaki yarığın, derinin altına sokuyorum. Yavaş yavaş ensesine doğru çekerek kemiğin soluk, parlak, kaygan yüzeyini ortaya çıkarıyorum. İyice temizliyorum. Bağnazlık, her zaman ve her yerde, neye inanırsanız inanın kendine hayatta tutacak bir yol buluyor. Bu kafanın kendisi her öğesiyle öyle. Bir kafatasının sahibine ne kadar benzediğine şaşırırsınız. Bu da sahibine benziyor; aldığı darbe yaraların hiçbiri derinlere ulaşmamış, sert, çocukluğundan beri geçirdiği nöbetlerde duvarlara vurduğu alnındaki kemikler daha sıkı kaynamış. Baltayı kafasına vurduğumda neden bayılmadığını daha iyi anlıyorum. Kafası da kalbi gibi hissiz, ölü…
Zor öldürürüm, onlara karşı acımasız değilim. Ölümün iyi bir sebebi olmalı. O’nun sebebi yok. Bu yüzden ben daha iyi bir katilim. Saygı içeren rituellerim vardır. Egoist değilimdir. Ne yapıyorsam onlar için yaparım. Ellerimle yatırırım toprağa. En sevdiğim, en sevdiği kıyafetlerle yolcu ederim. Küçük bir çocuğun öğle uykusu gibi temiz, sıcak, sevecen davranırım. Bugün burada parçaladığım şey ise hepsinden tehlikeli. Kirlenmiş bir dünya tarafından sevilen, olumlanan biri. İnsanların günahları için ölen değil, insanların günahları için zorla yaşatılan biri. O’nu benim ellerimden alıp bir ideaya çevirmeye çalıştılar. Modern çağın canavarlığını O’nunla özdeştirdiler. Ya ben ölecektim ya da O. Katil diye bağıracaklar yakalandığımda, en büyük katili öldürdüğüm için. Üzülecek, nefret edecek ve yeni bir katil arayacaklar. Toplum canavarına üzülecek. Kahkahalarla güleceğim.
Eller ve ayaklarla uğraşmayı sevmem. Zorda kalmadıkça. Şu an olduğu gibi… Canavarımı alt ederken sol kolunda oluşan kırık canımı sıkıyor. Bu bedenin bir yerlerinin kırılgan olabildiğini görmek şaşırtıcı. Normalde insanların uzuvlarına dokunmaya kıyamam. Ne yaparsak elimizle, ayaklarımızla, diğer uzuvlarımızla, emekle yaparız çünkü. Bilinçli ya da bilinçsiz. Bana hüzünlü bir şeyler hatırlatır. Sevgilinin yanağına ya da onun eline dokunan ilk şey o dur. Verdiğimiz acılarda sevginin en tatlı dokunuşları da o elin, ellerin ürünüdür. Vücudumuzun kıvrak kalemidir. Başkasının vücuduna yazdığımız ifade yüklü dokunuşlardır. Biraz önce sert bir balta darbesi ile koparıp şimdi incelediğim kollar ise taciz, darp, tecavüz ve cinayet ehli. Bu tablodan iyiden iyiye keyif aldığımı düşünmeye başladım. Gölün kıyısında kafama dikeceğim kutlama viskisini iki şişe yapalım. O’na dönüşüyor olabilir miyim? Bana giderken bıraktığı herhangi bir ısırık, tırmık, haykırdığı söz, lanet beni O’na çevirebilir mi? Gerçekten benden uzun yaşayabilir mi? İnsan yazdıklarının ve okuduklarının bütünüdür derler. Geriye gerçek hatıralar değil sadece dokunuşlardan seçtiklerimiz, duyduklarımızdan arzuladıklarımız, tekrarlamaktan mutlu olduğumuz hatalarımız kalır. O zaman ben kimim? O kim? Kimi parçalıyorum? Ben mi canavarı öldürdüm, O mu beni?
Kızıla boyanmış zeminin, O’nu sürüklerken oluşan yerdeki izin, dökük duvarların arasına sıkışmış, giriştiğim otopsinin yorgunluğuyla bitkin bedenimi paslanmış kalorifer peteğine yaslayarak yere çöküyorum. Gözyaşlarımı kurumuş kanla kaplı ellerimle silerken içimde yeni bir sigara sarma isteği dolanıyor. Her şey bensiz yaşayabileceğini, toplumun O’nu arzuladığını anladığı anda başladı. Zamanın ruhu O’nu daha da büyütecekti. Öyle de oldu. Gerilim daha da arttı. O’na direndim. Bu kadar direnebileceğimi akıl edemedi. Bunca doğuma eşlik eden bir adamın öldürmede de bu kadar maharetli olabileceğini anlayamadı. Kalın kafası basmadı. Darbe aldıkça artan dayanıklılığım delice bir dirence-cinnete dönüştü. Karşılık vermeye başladım. İkimizden biri ölecekti. Dağ evine davet ettim. Dün ağzım burnum kan içindeyken söylediklerim O’nu yıktı. Mahremi, mahreminin ötesinde tecavüzlerinin ve cinayetlerinin ayrıntılarını kahkahalar eşliğinde anlatırken bana saldırdı. Saldırıyı savuşturup sözlerime ara vermeden devam ettim. Cinayetlerinin tüm ayrıntılarını biliyor, O’nu güdüleyen sebepler hatta daha fazlasını yüzüne indiriyordum. Soğuk kanlılıkla işlediği tüm cinayetlerden farklı olarak kontrolünü kaybetmişti. Saçmalamaya başlamıştı. Şaşkındı. Toplumun onu sevdiğini benimse sadece bir aracı olduğumu haykırıyordu. Dövüşürken hayatının en gizli yerlerine girip canını acıtıyordum. Şömineden kaptığı demiri bana doğru fırlattı. Son anda eğildim, demir pencereye saplandı. Kafasını tutup hızla duvara, çerçevelenmiş ödüllerin durduğu yere vurdum. Sersemlemişti. Doğru yerlere vuramıyor tekmeleri, yumrukları boşa gidiyordu. Kaybedeceğim hiçbir şey yoktu. Yumruklarım vurduğum darbelerin şiddetinden kanıyordu, yara içindeydi. Eğildiğim yerden fırlayarak çenesinin altına inanılmaz bir yumruk çıkardım. Korkunç bir çatırtıyla kırılan çenesi büyük ihtimalle dişlerini kırdı, kırık dişleri dudakları arasında öfkeyle savrulan diline saplandı. Ağzı kanla dolmuş olmalı ki yer bir anda kana bulandı. Önüme düşen küçük dil parçası mosmordu. En zehirli kısmı olmalıydı. Aslında burnunu hedef almıştım. O bölgeye uygulanacak yeterli şiddetteki bir yumruk defalarca kırılmış şekilsiz burnunu beynine sokup pek âlâ hızlı bir ölüm getirebilirdi. Çömeldiği yerde kalakalmıştı. Dağ evinin açık kapısından çıkıp taraçadaki baltayı alıp geri döndüğümde acısını bastırmaya, bana yalvarmaya çalışıyordu. O’na son bir defa baktım. Defalarca öldürmeye çalıştığım canavarı toplum elimden almıştı. Birkaç dakika önceki cevvalliğinden eser kalmamıştı. Bana bakan gözlerinde tüm öldürdüklerine benzer bir yalvarış vardı. Gözlerinin içine bakarak baltanın keskin olmayan arka tarafını alnına indirdim. Beklediğim çatırtı çıkmadı kafatasından. Bir an buna sevindim. Dediğim gibi kafataslarını çalışmayı severim. Yüzüstü yere yuvarlandı. Emin olmadığım için çevirip tekrar bir darbe vurmak istedim. Bir an bir görüntü geldi aklıma; kötü adamın birdenbire canlanıp iyi adamı öldürdüğü sahne. Uzanan elimi hızla geri çekip baltayı havaya kaldırdım. Canavar beni haklı çıkarırcasına son bir hamle yapmak istediğinde bu sefer baltanın keskin ucunu sol göğsüne gömdüm. Kalkmamak üzere sırt üstü düştü. Göğsündeki balta ile yerde uzanıyordu. Bir ayağı kırılmış çalışma masamdaki kağıtlar yere düşmüştü. Mürekkep ve kan birbirine karışıyordu. Uzun süre oturdum karşısında. Bu manzaranın keyfini çıkarmak istercesine bir şişe viskinin yanına birkaç sigara ortak ettim. Şömine demiri saplanmış çatlak pencerenin arkasından gözüken terk edilmiş kliniğe baktım. Aradığımı bulmak ve bu ölümü kesinleştirmek için yapacağım otopsiyi düşündüm.
Başkasının kaldıramayacağı mahkeme salonlarım, tanık sandalyelerim ve giyotinlerim vardır. Hani şu mitolojide başı kesildikçe çıkan karışık yaratık var ya, işte o benim gibi bir teraziden, ucubeden ilham alınsa gerek. Yarattığım şeyler o kadar ağır, o kadar dokunulabilir ki. Yeteneğim lanetim. Biraz da ateşim var sanki. Doğum sancısı gibi. Garip düşünceler akordu bozuk bir melodi gibi beynimin üzerinde tepiniyor. Arkaik dönemlerden kalma flütler, tefler dağı kaplayan ağaçların arasında deliliği övüyor. Çok başım var. Başımda çok insan var. Kendim çalıp kendim oynuyorum. Birbirimizi kandırmayalım; ne aradığımı merak ediyorsunuz. Doğumu arıyorum. İki gerçekten birini. Ölüm baltamın ucunda güvencede. Her şey, üzüldüğümüz ya da sevindiğimiz her şeyi yaşam ve ölüm sınırlıyor. Gerisi hikâye. Gerisi hayallerimiz, mürekkep lekeleri, buruşturduğumuz kağıtlar ve buruşturmadığımız, yarattığımız öyküler ve o öykülerde var olup yok olan insanlar… Midesini açıyorum canavarın. Bağırsaklarına ulaşıyorum. Eğilip elimi uzattığımda görüyorum aradığımı. İnsanlığın kanalizasyonları ile uyumlu kirliliği, pisliği görüyorum adamın içinde. Buluyorum yaşama sebebini. Karalıyorum. Karalayıp toplumu eleştiriyor, sonunu yazıyor, adamı ve çarpık ahlâkını tarihe gömüyorum. Toplumun onayladığı, adamın işlediği tüm cinayetlerin altını çizercesine tam anlamıyla bir katil oluyorum. Eserimi arkamda, parçalanmış haliyle bırakıp dışarı çıkıyorum. Ölümünün beni rahatlatacağını umarken içimde garip bir boşluk oluşuyor. Karanlık, terk edilmiş koridorlarda ayakkabılarımın altına yapışmış kanlı izler bırakıyorum. Eve dönüyorum.
Gece, ormanın içine çöküyor. Buzdolabının içinde sıraladığım viski şişelerinden ikisini alıyorum. Gölün kenarı ormana göre çok daha serin. Suyun üzerinde, uzaktaki küçük adacığı çevrelemiş sis tabakası dans edercesine hareket ediyor. İlk şişemi bitirirken havada ritmik bir ses duyuyorum. Hızla ağaçların üzerinden geçip altında yanıp sönen ışıklarla kliniğe doğru uzaklaşıyor. Uzaklaştığında ikinci bir helikopterin yakındaki düzlüğe indiğini fark ediyorum. Umurumda bile değil. Ceketli birkaç adam koşarak yanıma doğru geliyor. İçkimi elimden alacaklarını düşünerek ikinci şişeyi de kafama dikiyorum. Yakalandım. Her şey bitti. Hâlâ hızla göle girip sise doğru yüzebilirim. Boğulup ölebilirim. Omzuma doğru uzanan el üstüme bir battaniye örtüyor. Dudaklar benimle konuşuyor, eller bana uzanıyor. Cızırtılı bir telsizde, bulunduğum haberi, dağ evindeki birilerine haber veriliyor. Mırıldanıyorum. Ceketlilerin yanındaki bir genç bana bakıyor, her mırıltının ardından aceleyle bir şeyler yazmaya çalışıyor. Bol su içmem konusunda ısrarcılar. Kusturmaya çalışıyorlar. Dağ evine doğru yürüyoruz. Her yerim çamur, bedenimden çıkan ter alkol ve sarma sigara kokuyor. Kaç suçtan yargılanacağımı kestiremiyorum. Kliniğe giden ilk helikopterdeki adamlar yanımıza koşarak geliyor. Gözlerindeki korkunç ifade her şeyi anlatıyor. İçimden “elektrikli sandalye” diye geçiriyorum.
Kapıda duruyor. İki eli belinde güzel bir kadın. Koyu saçlarının arasından bademi andıran iki göz bana bakıyor. Dudakları hayat öpücüğü vermek istercesine arzu dolu. Karım halimi görünce ceketli adamları aşıp kolumun altına giriyor. Elleri şifa veriyor. Kokusu tanıdık bir atmosfer gibi beni canlandırıyor. “Öldü” diyorum, “Öldürdüm…” Canavarımın doğduğu o günü hatırlıyorum, doğduğu, ilk suçunu işlediği kliniği. Çocukken korktuğum uzaktaki hastaneyi. Dağ evinde ilk kitabımı yazarken O’nu yaratan elimin kaleme, kalemin mürekkebe, mürekkebin sayfaya değdiği yer. Her şeyin kontrolden çıkışı. Sayfaların ve o sayfalarda kendi haris duygularını bulan toplumun yarattığım kötülüğüne açlığını. Hastalıklı histerilerle karşılık bulan talepler.
Fiyakalı bir adam duvarda kırılmış ödüllerimi ve üzerindeki kan izlerini cep telefonu ile çekiyor. Yüzünde kâr amaçlı bir gülümseme var. İlgi göstermek amacıyla bana doğru endişeli gözlerle yaklaşıyor menajerim, “Nasılsın?” diyor. Instagram’da paylaşacağı fotoğrafları düşünerek şehvetli bir kahkaha atmamak için kendini tutuyor. Kırık kanepeye oturtuluyorum. Ölüsüne bakıp sigara sardığım koltuğa. Karım kırılmış daktilomu ve yerde kızıla boyanmış sayfaları toparlarken mor bir dil parçası buluyor. Yanılmışım, bu bir mürekkep hokkası. İkinci Telsizi dinleyen bir adam hızla kapıdan içeri girip o sayfanın üstüne basıyor. Ayaklarındaki çamur canavarımı öldürdüğüm cümlenin üzerinde iz bırakıyor. Gülümsüyorum. Sevdiğim kadın bana şaşkın ama hayran gözlerle bakıp not tutan asistanıma bakıyor “Bir an önce kendine gelmeli. Saat 10:00’da imza günü var. Akşamüstü filmin galasına katılacak.” diyor. Menajerim araya girmek isterken gözlerini öfkeyle O’na çeviriyor. Beni korumaya çalışıyor. Kanlanmış gözlerim, kurumuş mürekkep ve çamurla gölgelenen yüzümü O’na çeviriyorum. “O’nu öldürdüm…” diyorum yine. Kahverengi gözlerinden gözyaşları düşüyor. Bana sarılıp “Öldürdün… Tartışmalarımızı unut, toplumun hastalıklı beklentilerini unut, yanındayım.” diyor. Bereketli tarlalar gibi kokuyor. Beni sakinleştiren uçsuz bucaksız tarlalar, bahçeler, nehirler, nehirlerin her iki yanından suya değen salkım söğütler görüyorum. Dağların arkasından güneş doğuyor.
“Katil!” diye bağırıyor imza törenindeki bir kısım kadın ve adam. Kitaplarımı yüzüme doğru fırlatıyorlar. Kitap genç asistanımın ensesinde patlıyor. Flaşlar patlarken menajerim gülümsüyor. Beni görenin sadece onlar olduğunu düşünüyorum. Üzerimdeki tulumu, elimin tuttuğu neşteri, sapladığım baltayı. Menajerim belirli bir para ödedikten sonra yerlere atılan kitaplara endişelenmiyor. Elinde olsa beni, katili, maymunlar gibi kafese tıkıp sergiler. Kazandığı para önemli değil, o bir ikincil karakter. Hatta belki üç… Birinci kitabın sonunda ölmesi gereken korkunç bir adamın yedi kitaplık seriye dönüşümü. Sekizinci kitapta bir baltayla öldürdüğüm katil. Bunu duyan halkın kapılara yüklenmesi. Ağır çekimde koşturan güvenlik görevlileri. Sırtımın üstünde dolaşan, her şeyi benimle omuzlayan elin şefkati. Her şeyin bittiğini, yakalandığımı düşünüyorum. Bana şaşkın şaşkın bakarlarken dağ evinden getirdiğimiz mürekkep ve kanımla lekelenmiş sayfaları yüzlerine fırlatıp “Evet, ben bir katilim! Öldü pislik!” diye bağırmak istiyorum. Tam o esnada bir güvenlikçi araya girip beni gerçeği haykıranlardan koruyor. Tekinsizliğimi seviyorlar, garip efsaneler üretiyorlar hakkımda sokaklarda. İnzivalar, kan içmeler, şeytana ruhunu satmalar, genç kız kurbanları, karımla her gece bir başka bakire ile yatıp kalkmalar uçuşuyor havada. Bana çizilen aşırı betimler karımı da içeriyor. Nasıl dayandığına hayret ediyorum.
Canavarın adını alan filmin galasına gidiyoruz. Sekizinci kitabın kanla kaplı taslak sayfaları çoktan sosyal medyaya yayılmış. Menajerimin cep telefonundan çıktığı belli resimler, el altından dünyaya ilan ediyor. Açık televizyonların alt yazılarında “Sekizinci kitapta ölüyor!” yazıyor. Korumalar eşliğinde dün akşam parçaladığım şeyin başrolü üstlendiği filme giriyorum. İnsanlar çığlıklar atıyor, kameraya kan sıçrıyor. Salonun çoğu ellerindeki telefonlarla oynuyor. Salon alınan haberle garip bir ortama dönüşüyor; “Ölüyor!” Bayılıyorlar. İlk beş film gibi bunu da sevmiyorum. Filmin bitişiyle zorla, toplumun ittiği sahneye çıkıyorum. Bir süre sessizce onları izliyorum tepeden. “Louis Ferdinand Celile’nin dediği gibi…” diyorum. Uykusuzum, yorgunum, ellerim ve yüzümdeki yazarlar görünmüyor. Makyaj harikasıyım. Etkileyici bir es veriyor ve beni her kaybolduğumda bulan karımın şehvetli gözlerine ihtirasla bakıyorum. “Değer taşıyan tek hikâye vardır, o da bedelini sizin ödediğinizdir…” diyorum. Hızla sahneden iniyorum. Uzun konuşmadan çok daha etkili oluyor sözlerim. Birbirlerine bakıyorlar. Sekizinci kitap hakkında fısıltılar yükseliyor. Fırsat vermiyorum. Bilmiyorlar O’nu öldürerek kaç karakter, kaç kurgu, kaç fikir kurtardığımı. Bilmiyorlar elimi mürekkebe sokup söktüğüm özündeki kirli kalbin karanlığını. Görmüyorlar yaratığımın var olduğunu, görmüyorlar beni. Bense onların tüm kirini görüyorum yarattığım bir karakter üstünden. Hepsi bir tarafa, görmüyorlar cinnetimim üstüne giydiğim insan postunu. Canavar vasıtasıyla yapabileceklerimi. Bilmiyorlar. O yaşasaydı beni yazmaya başlayacağını, kendi tasarımımın esiri olabileceğimi. Çok iyi tanıyorum kendimi. Bu yüzden hâlâ delirmiyorum. Bu sayede çok iyi insan taklidi yapabiliyorum. Cinnetlerim kontrol altında. Bu yüzden hâlâ bir sürü insan doğurup öldürüyorum… Onlara yalan söylüyorum; eğlenmiyorum, kendimi terapi etmeye çabalıyorum. Sınırda duruyorum…
Değer taşıyan ödüllü öykülerim bedelini ödediğim cinayetlerim oluyor…
Murat Dural