Sabahattin Ali’ye olan derin sevgimi beni yakinen tanıyanlar çok iyi bilir. Maalesef benim gibi yaşamı ve varlığı sorgulayan bir için kendisi ve kelimeleri ile tanışmam oldukça geç olmuştur. Gerçi tüm Türkiye için genel olarak böyledir. Biz her şeyin kıymetini geç anlayanlar topluluğuyuz.
Albert Camus ve Sabahattin Ali benim için tek şey ifade eder: Eğer kalemim o kadar kıvrak olsa idi, elimenin tam anlamıyla bunları yazardım. Kutsanmış olan onlar, iyi ki de öyleler. Kürk Mantolu Madonna’yı okurken henüz Sabahattin Ali’nin nasıl öldüğünü bilmiyordum. Satırlarda dehşet içinde kaybolurken bir yandan da derinden hayatını merak etmeye başlamıştım. Kitabı bitirir bitirmez ilk iş hayatını okuyacaktım fakat diğer yandan öyle bir hayranlık duyuyordum ki tespitlerine, kim bilir neler yaşadı, kim bilir ne ödüller aldı, nasıl el üstünde tutuldu diye sürekli iç geçiriyordum.
O nasıl bir kafa idi ki binlerce insanın hislerine tercüman oluyordu. O kafa ki nasıl eller üzerinde tutulmalıydı. Maria Puder ve Raif bey’in hikayesi bittiğinde resmen titriyordum. Hemen Sabahattin Ali’nin muhteşem hayat hikayesini okumak için bilgisayarımı açtım. Gerisi kocaman bir hüzün. Gizli güçler, o dahi kafaya taşla vura vura, bir sınır kapısında kalleşçe yok etmişlerdi Sabahattin Ali’yi. Hayır, doğru olamazdı bu! Olmamalıydı!
Okudum, okudum. Yığıldım, kaldım. Raif Bey’in defteri gibi kimsesizdim o an.
Bir şeyler karaladım.
Dışarıda lapa lapa kar vardı. Üzeri karlarla kaplı arabaların üzerlerine ‘Maria Puder ölmedi.’ yazdım. Eve döndüm.
Aslında şaşırmamıştım.
Nazım Hikmet’ten Ahmet Kaya’ya, Deniz Gezmiş’ten Uğur Mumcu’ya, Madımak’tan bugün Suruç’a gizli güçler yüreği solda atan herkesi kalleşçe yok etmişti.
Bir Sabahattin Ali nasıl muhafaza edilirdi ki? Biz güzel olan neyi koruyabilmiştik?
Bilenler bilir, Sabahattin Ali bir Almanya yolculuğuna kadar aslında sağ görüşe meyilli, dönemin etkili ideoloji ve edebiyat adamlarından Nihal Atsız’ın yakın arkadaşıydı. Ben Nihal Atsız ile ilkokul sıralarında tanışmıştım. Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor babamın kütüphanesinde vardı. Okumuştum da. Çok özel şeyler hissettiğimi hatırlamıyorum. Sabahattin Ali’nin Nihal Atsız’ın arkadaşı olduğunu öğrendiğimde artık anneydim.
İşte o Almanya yolculuğunda Sabahattin Ali çok şahane bir şey diyor:
‘Bir insanın vicdanı varsa eğer solcu olmaktan başka seçeneği yoktur.’
Ben hiçbir zaman sağ görüşlü biri olmadım, olamadım. Bir politik kimlik de aramadım. Son iktidar partisi hayatımıza girene kadar aslında birçoğumuz apolitik sayılırdık gibi geliyor bana. İktidarla gelen kutuplaşma bizi bir taraf olmaya zorladı. Az önce bir cümle okudum, der ki:
‘Her insanın kalbi vardır ama herkesin vicdanı yoktur.’
Ben solcuyum da demedim hiç. Bugün Suruç’taki çocuklara bakınca artık şunu net bir şekilde söyleyebiliyorum ki ben solcuyum.
Fakat ne kadar bağırırsak bağıralım sağ ya da bana göre sağdan çok sığ zihniyet bizi ve bizim gibileri hadsizce vatan haini, terörist, komünist köpek ya da devlet düşmanı itler ilan etmekten geri durmayacak.
Çünkü sağ söylem nefretten besleniyor.
Dücane Cündioğlu’nun çok şahane bir tespiti var:
“Sağcılık her zaman sığdı, hep de böyle olacak. Çünkü sağcılık her zaman tatmine dayalıdır, sol tatminsizliğe… O yüzden dinin özünü sol bir refleks olarak algılarım. Politik tutumumu karakterize eden de bu muhalif reflekse sadakattir. Din iktidarla işbirliği yaptığı anda erkeksi bir görünüm alır, temel özelliklerini kaybeder… Sağ tatmin olmuşların ideolojisidir. Sığlık tatminden geliyor. Tatmin olduğunu sananların çoğu sığ kimselerdir. Tatmin olmanın getirdiği bir arayışsızlık, bir kuruluk vardır sağda. O yüzden sağ edebiyat olmaz. Sağcılık bir sistem ideolojisi olduğundan, yönetmeye odaklandığından, hep bir iktidar sorunu çerçevesinde örgütlendiğinden, hiçbir düşünce ızdırabı içermez. Sürekli kaybetme korkusu yaşar. Sağcılık büyük bir anksiyetedir. Çünkü vatan elden gidecek, devlet elden gidecek, din elden gidecek… Sürekli kaybetme korkusu vardır. avradın yerinde durması lazım, atın yerinde durması lazım, silahın yerinde durması lazım.”
İşte o anksiyete her yere bulaşır öfkeyle.
Suruç’ta ölen çocuklara terörist ya da oh olsun diyenleri gördükçe aklıma kendini sürekli savunmak zorunda bırakılan Nazım, Ahmet Kaya, Sabahattin Ali ve niceleri geldi. Sabahattin Ali’nin yakın arkadaşı olan Nihal Atsız’ın bile, Ali’ye karşı tavır alıp onu açık hedef göstermesi, Ali’nin ülkeden mecbur kalıp kaçmak zorunda kalmaya çalışması ve bunu asla başaramadan o nadide kafasının içindeki kainat ile beraber basit bir taşla ezilmesi geldi gözlerimin önüne.
Sonra Nihal Atsız’ın oğluna vasiyetini hatırladım. Tekrar okuyayım dedim.
‘’Yağmur oğlum!
Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigar olarak bırakıyorum. öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.
Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır.
Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransizlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.
Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır.
Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içer(de)ki düşmanlarımızdır.
bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.
Tanrı yardımcın olsun!
Nihal Atsız
4 mayis 1941’’
Tanrı ne yapsın, onun da işi zor şu durumda ya neyse…
Vasiyet zaten kendini açıkça anlatıyor ama insan düşünmeden de edemiyor işte. Nasıl yaşar insan böyle? Kapımızı kapatıp, elimize silahlarımızı alıp oturmak düşer ancak bu vasiyete bakınca. Herkes düşman ve bir çarpışmaya hazır bulunulmalı…
Sokakta Çinli diye Koreli dövenleri hatırlıyorum sonra.
Yine aynı sebepten ekmek derdindeki Kore restoranını yağmalayanları.
Gezi direnişinde sokağa palayla inenleri.
Sonra üniversite kampüsünde sürekli Çırpınırdı Karadeniz söyleyen takım elbiselileri…
27’si üniversite öğrencisi 32 can paramparça edilmişken hiç acımadan oh çekenleri.
Ölümle ölümü kıyaslayanları.
Herkeste kalp var ama ya vicdan?
Sonra düşünüyorum, hep çocuklar ölmüyor.
Hep solcu çocuklar ölüyor.
Çünkü hep solcu çocuklar iyi bir şeyler için uğraşıyor sanki.
‘Benim neden püskevitim yok.’ diyen Kobane’deki çocuğu da duyan sadece onlar.
Sonra Bahçeli çıkıyor, yardım edecek yer mi kalmadı memlekette diyor.
İnsanın kanı donuyor. Hayır öyle dememiştir diyorsun, bakıyorsun gerçekten öyle diyor.
Oyuncak diyorsun, kütüphane…
Hayatında kitap mı okumuş ki hadi oradan, şehitler ölürken diyor, bir şeyler diyor.
Kişi kendinden bilir işi derler ya, bir derin uğultu oluyor kulaklarımda…
Kendisi gibi başkasına yanmıyoruz sanıyor.
Mavi Marmara’da ya da geçenden Ege Üniversitesi öğrencisi Fırat adlı genç öldüğünde tek bir sol görüşlüden oh olsun, gebersin it diyeni ne okudum ne gördüm.
Sen sadece savunmaya çalışıyorsun kendini, bir Sabahattin Ali’sin o an.
Ellerine geçirseler kafanı taşla eze eze gebertirler.
Nazım gibi vatan hasretiyle ölür gidersin.
Hrant Dink gibi ayakkabının altında delikle, yüreğin kocaman yatarsın kaldırımın üzerinde.
Güzele uzana her eli keserler.
Çünkü kalp sağdan atmaz.
Sosyalizmi, komünizmi ve hatta 9 Işık nedir onu bilmez Kurtlar Vadisi bildiği kadar.
Vatan, vatan der ama elini kurt kafası yapmaktan ileri bir şey de yapmaz vatan için.
Eğer bir güzeli anlatsaydı babasının vasiyetine uyardı Yağmur Atsız. Sosyalist olmazdı hem.
Siz hiçbir savaş bölgesine boya kalemi ya da oyuncak götürmek için yola çıkıp, etleri bombalarla ayrılmış bir sağcı grup gördünüz mü?
Bir ülkücü örgüt var mı bırakın başka çocukları bu vatanın çocukları için bir şey yapan?
Gidip onlara masal okuyan ya da bir haksızlık için protesto gösterisi düzenleyen?
Masalları kabusa çevirir bu zihniyet.
Ali İsmail’leri sokak aralarında kalleşçe döver, 14 yaşındaki Berkin’e de anasına terörist der, Mehmet Ayvalıtaş’ın babasını mahkemede tekmeler.
Hep ben ya da biz demekle öğütlenmekten başka bir şey demeyen bir ideolojiyle büyüyen bir çocuk başkasına yanar mı?
Rachel Dink çıkar sonra…
‘Bir bebekten bir katil yaratan zihniyet…’ der.
İçin yanar.
Vatanı çok seven sağ, bu ülke için ne yapmıştır?
Hangi türkülerinde, şarkılarında geçer ‘sağ’ kelimesi.
‘Sol yanım’ diye diye dövülen, zulme karşı, siyaha inat, mücadeleye ateş binlerce türkü yazılmıştır bu topraklarda.
Çünkü kalp solda atar.
Vatanı sevmek, başkalaştırma, öteleme, küçümseme ve kibir ise ben zaten o saflarda değilim.
Ağacını, suyunu, gökyüzünü, biz kokan toprağını ev bilmekse siz benimle aynı safta değilsiniz.
Sonra siz nereye iz bıraktınız?
Hanginizin eli, “Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar” yazabildi Sabahattin Ali gibi.
Ya da hanginiz söyleyebildi, hanginizin yüreğine sığabildi ‘Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine…’ cümlesi.
‘Dünyanın bütün kötülükleɾine baş kaldıɾ. Bazen senin iyiliğin başkasının kötülüğüne de olabiliɾ. Kendi iyiliğine de baş kaldıɾ…’ diyebileniniz var mı Yaşar Kemal gibi.
Ben vereyim cevabını. Yok.
Siz ‘Hepimiz Ermeniyiz.’ diyemezsiniz. Çünkü hepimiz diyemezsiniz. Sağ asla hepimiz demeyi becerememiştir. Siz sadece ben dersiniz.
Boş boş vatan derken ne tek başınıza hür olabilir ne de bir orman gibi kardeşçe yaşayabilirsiniz. Eğer insan değil ağaç olsa idik önce yeşile düşman olurdunuz siz.
Kendi iyiliğine baş kaldırmayı söylemiyorum bile, neredeki hangi kötülüğe dur deyip mücadele ettiniz?
Sizin menfaatinize olmadan ne için savaştınız?
Hem sizin vatan deyip kutsallaştırdığınız topraklar benim de toprağım.
Ağacı, termik santrali, barajı, paraya peşkeş çekilmesi için hep ben dur dedim.
Sen neredeydin?
Başsavcımızı ve iki örgüt üyesini öldüren ‘başarılı operasyon’ bittiğinde, örgüt üyesi iki gençten biri memleketi Karadeniz’e gömülmek için götürüldüğünde sağ görüşlü bir kişiyi polis zor tutuyordu:
‘O şerefsiz bu topraklara gömülemez!’
Çocuğun ailesi perişan, anası yanmış. Cenazemizi gömemiyoruz diye ağlıyor.
O arkadaş Karadeniz’in yaylalarını dümdüz edecek Yeşil Yol projesi için dur dedi mi? O topraklar neden o zaman mevzubahis değildi…
Orada yine ben vardım.
Sığ. Öyle sığ işte…
Hayatımda asla genellemeleri sevmedim. Tüm sağcılar vicdan yoksunu ya da tüm solcular vicdan insanı demek çok naifçe olacaktır. Politik kutuplaşma sonrasında da evlerinden gündemi takip edip, tarafını kendince destekleyen insanları da gözlemleyince, bu havanın kendimce bende yarattığı hissiyatı satırlara dökmek istedim. Çünkü sandım ki bir ölüme herkes aynı şekilde üzülecek. İşte o an yine aynı çaresizliği ve hayal kırıklığını yaşadım. O hayal kırıklığı benden bu satırlar şeklinde aktı. Bu yazı benim vicdana saygı duruşumdur. Sağda ya da solda ve hatta ortada ya da hiçbir tarafta durmayıp kıblesi vicdan olan herkese saygı duruşumdur bu yazı…
Çünkü zulüm karşısında tarafsız olmak zulüm edeni tutmaktır.
Çünkü vicdan herkese bahşedilmemiş bir lütuftur.
Ve Sabahattin Ali’ye bir selam çakmak düşer bana.
Çünkü arkadaşım ne kadar sağ dersen de kalp soldan atar!