Domuz gibi yeme şunu be… O üstün başın ne öyle, pis domuz… Domuz gibi suratını asma… Yine domuzluğun tuttu bak…
Hayır, hayır. Domuzlar çok sevimliler. Kimseye bir zararları yok…
Bundan birkaç sene önce, okul için ihtiyacım olan bazı şeyler almak üzere dışarı çıktım, çarşıya doğru yürüyorum ve kendi başıma yürüdüğüm her zaman olduğu gibi kulaklarımı tıkamış, son ses müzik dinliyorum. Müzik dinlemeden yol da geçmez, ömür de geçmez. Şarkıları dinleyin arkadaşlar, onlar kadar kimse anlamaz sizi, onlar kadar kimse mutlu edemez sizi. Onlar hüzünlü bile olsalar, en azından “Seni anlıyorum” derler. Her neyse, müzik demeyin bana, konuyu unutturabiliyor.
Babam yaşlarında adamın biri çıktı karşıma, elini uzattı. Selamlayacaktı besbelli. Dinlediğim parçayı bölme fikri beni sinirlendirdi. Çok rahatsız oldum bu durumdan, ne güzel gidiyordum. Ben de her öfkelendiğimde, aynı zamanda sevindiğimde veya hüzünlendiğimde yaptığım şeyi yaptım, gülümsedim. Ve gözlerinin içine bakarak elini sıktım adamın. Boşta kalan elimle de kulaklıklarımı çıkardım, olacakları merak ederek. O, yüzünde benimkinden bile anlamsız bir gülümsemeyle hunharca elimi sallarken anca fırsat buldum yolumu kesen bu şekli baştan aşağı süzmeye:
Kafasının üstü keldi (bugün hala keldir muhtemelen) ve yanlar da bakımsız ve son derece dağınık, iki günlük uykudan uyanmış gibi. Gözlerinin altı, bu iki gün tezimi ispatlar gibiydi. Üzerinde kirli bir beyaz atlet vardı, altında bol bir eşofman ve ayaklarında da sandalet. Bu arada, mevsimlerden soğuktayız. Boynumdaki atkı ve her daim önü açık montum beni ertesi gün Müge Anlı’nın programına çıkarmak istercesine üzerimden fırlamaya çalışırken, şu adamdaki pişkinliğe bak. Gözüme ilk çarpan detayı sona saklamayı uygun buldum. Adam, sol kolunun ve biraz da göbeğinin desteğiyle koltuk altına sıkıştırdığı kocaman bir oyuncak ayı taşıyordu yanında… En son acaba nezaman bırakıcak diye hala yolun ortasında birbirini sallayan ellerimize baktım. Onunki kocamandı, tırnakları upuzundu ve üzerilerinde siyah bir renk tonu hakimdi. Midem bulanmadı desem yalan olur. Midem. Bulandı… Benim elimse zaten bir erkek için fazlasıyla küçük ve narin, bunu daha önce de biliyordum. Bu konuda daha fazla konuşmak istemiyorum. Kısacası boğuluyordu adeta adamın avucunda.
“Merhaba” dedi en nihayetinde ve elimi de bir beş saniye daha çalkaladıktan sonra bıraktı.
“Merhaba” dedim.
“Nasılsın?” diye devam etti.
“İyidir, sağolun. Siz?”
“Siz mi? Manyaksın oğlum sen.” Ben de benim neyim var diye düşünüyorum bunca zaman. Sağol ya. “Bana ‘sen’ de. Ben de sana diyebilirim dimi?”
“Tabi”, nasıl hayır diyeceksem. Neyse ki zaten sizli bizli konuşmak beni de acayip bir şekilde rahatsız etmiştir hep. Samimiyetsizlik, başka birşey değil.
“Baksana, sen domuz eti yemiyosun dimi?” diye o an belki en son bekliceğim soruyu sordu bana sonra. Aslında daha ziyade tespit yapıyormuş gibi bir ifadesi vardı.
Sanırım bu noktada Almanya’da yaşadığımı belirtmekte fayda var. Karşımdaki de muhtemelen Almandı, yada deli. (Ve eğer bu doğruysa, bugün hala Almandır. Yada deli işte.)
“Yoo, ara sıra yediğim oluyo, çok severim hatta” diyerek adamı şaşırttım, yüzünden okunuyordu. Ben, Burak Yılmaz’ın kaleciyle baş başa topu ağlara göndermesine bile bukadar şaşırmamıştım hiç.
“Ne?! Of, hayır, ben yemiyorum. Yiyemem. Onlar çok sevimliler, ve kimseye de zararları yok.” Ulan, almanın delisi bile benden daha müslümandı.
Zaten insanlarla muhattap olurken hemen hemen her an gülümserim, ama o an baya bir içten gülümsemek geldi içimden. Birbirinizle konuşurken gülümseyin abi, delisi akıllısı, yerlisi gavuru diye ayırmadan. Bakmayın birbirinize öyle domuz gibi. Pardon, onlar sevimliydi dimi. Konuya dönelim.
“Senin doğum günün ne zaman?” Al işte, en son beklieceğim ikinci soru. Rastgele bir tarih söyleme gereği duydum, ne vardı sanki gerçeğini bilse, gelmesinden korkmuş gibi. Sonra “Ah, çok üzüldüm, geçmiş bile. Yoksa kesinlikle gelirdim” dedi. Ben davet ettim mi ki geliyosun? İyi ki yanlış tarih vermişim…
Midemin bulantısı çoktan geçmişti. Ama bu sohbeti bir şekilde bitirmem gerekiyordu. Hiç de beceri alanım olan birşey değildir. Yolda bir tanıdığımla karşılaşınca başımla ve kaş göz işaretleriyle selam verir hemen uzaklaşırım o yüzden. O durursa sıçtım demektir. Fakat şu anda aklı başında bir kişi vardı yalnızca. Yani en fazla bir… O bitirene kadar konuşmaya devam etseydim, ömrümün geri kalanına yetecek kadar özgüvenim kalmazdı. Küçük küçük adımlarla uzaklaşarak “Hadi görüşürüz” ayağına galip gelmeyi başardım. Evet, bir maçtı bu benim için. Ve ben kazandım. Deli değil. Ben. Akıllıyım çünkü.
Ne yalan söyliyim, sevdim ben o adamı galiba. Domuzlara başka şekilde bakmayı hatırlattı bana. İnsanların yaptıklarını yargılamadan önce niyeti sorgulamayı. Bir insan, benim anlayışıma göre uygunsuz bir harekette bulunuyor mesela, o an bir durur düşünürüm: Bunu yapmasının altında nasıl bir niyet yatıyor? Zarar vermek istiyor mu? Veriyor mu?
Ama belki de ben fazla anlam yükledim bu olaya. O domuzlar için söyledi sonuçta, “Sevimli” kelimesini. Belki de şöyle düşünmek gerekir: Kim bilir, hangi insan(lar) onu bu hale getirdi de, o domuzları sevmeyi seçti.Belki de hayatımızda yer verdiğimiz her insana, kampanyadan bizi delirtme yetkisi de veriyoruzdur…