” Dum spiro spero ” diye bağırıyordu esmer tenli adam.” nefes aldığım sürece umut edeceğim ” diyordu latince. ağzından çıkan tüm sözler gri duvarlardan parke taşlardan geri sekip tekrar bedenine yüklüyor tekrar bağırıyordu. sanki duvarları parkeleri yıkmak için tüm gücüyle bağırıyordu. ” Dum spiro spero, dum spiro spero… ”
– Bu da mahallenin delisi işte. nereden duymuşsa artık bu cümleyi bağırıp duruyor gece gündüz. sen alışık değilsin tabii bizim ülkemizde meşhurdur her mahallenin bir delisi vardır.
Saim abi için normal olduğundan benim şaşkınlığımı gülerek karşılamıştı.
– tabii Avrupa’da böyle şeyler yoktur di mi? herkes okumuş görmüş. sokaklarda böyle insanlar görmek imkansız. Welcome to Türkiye kardeşim.
Winston light içmekten sararan dişlerini göstere göstere sırıtıyordu. ayrıca sırtıma da vuruyordu. ev ve iş arasında mekik dokuyarak hayatını geçiren bir adamdı Saim abi. televizyonlarda gördüğü gazete ve kulaktan dolma haberlere göre Avrupayı övüyordu. hiç görmediği halde Avrupayı öven bir insan Avrupa’dan bir gram anlamayan insandır bana göre. tabii bunu benden yaşça büyük olan Saim abiye söyleyemedim. dudaklarında bulunan sigarasını yakarken onu incitmek istememiştim. ama bir yandan da doğru diyordu. Avrupa’da böyle insanlar pek bulunmazdı. Bulunanlar da varoş semtlerde gezinirdi. Saim abiler eskiden bizim kapı komşumuzdu. ailem Almanya’ya gitmeden önce çocukluğum neredeyse evlerinde geçti. 20 yıl önce daha gençti Saim abi. şimdi ise saçları dökülmüş beyazlamış ve bıyıkları içtiği sigaradan dolayı sararmış. bizim eski apartmanda kalıyorlardı Saim abiler. ama yenilenmiş haliyle. ve daha çok kat çıkılmıştı.
” eskilere,hatıralara artık önem kalmadı. eski olan ne varsa yenilenmek zorunda olan bir çağda yaşıyoruz. biz de çağa ayak uydurduk işte. ne yapalım? nasılsa biz uymazsak bizden sonrakiler uyacak. kaçış yok sonuçta ” demişti eski binayı yerince göremeyince sormuştum ne olduğunu. haklıydı da. 7 yaşıma kadar bu apartmanda öldürmüştüm çocukluğumu ve hatırladığım kadarıyla bu kadar ruhsuz değildi. 3 katlıydı apartmanımız ama eğlenceliydi. Saim abinin 2 kızı vardı. diğeri evlenmiş diğeri de üniversite de eğitim görevlisiymiş. Hatice abla ve Nermin. Nermin benimle aynı yaştaydı. küçük ela gözlerini unutamam. en iyi arkadaşımdı. aslında ilk aşkımdı diyebilirim. televizyonda gece gizli gizli izlediğim filmlerde görmüştüm dudak öpmeyi ve bu duyguyu ilk Nermin’de yaşamıştım. küçük ela gözleri şaşkın şaşkın bakıyordu suratıma. zaten Nermin’i öptükten iki gece sonra ayrılmıştık ilk öptüğüm kızın yanından. hiç bilmediğim,hiç hatıralarımın olmadığı, sokakta koşuşturan çocukların olmadığı bir mahalleye,kim bunlar bakışlarıyla alışmaya çalıştığım bir apartmana. alışamamıştım apartmanda ki insanlara çocuklara,okula,kızlara. hiçbiri Nermin gibi değildi. konuşma dillerini bile sevmemiştim. bağıra çağıra konuşuyorlarmış gibi geliyordu. sonra Hans ile tanıştım. babası Alman annesi Türk’tü. çat pat Türkçe konuşabiliyordu. yaşça aynıydık ama cüssesi benim 3 katım gibiydi. bizden iki blok aşağıda oturuyorlardı. sonra alıştım ona en iyi arkadaşım oldu. onun arkadaşları benim arkadaşlarım değildi. Tek Hans benim arkadaşımdı. Hans okumayı çok severdi. hatta yazmayı da. bana yazdığı hikayeleri gösterirdi. almancayı pek sevemediğimden çok anlayamıyordum. anlamadığım yerleri o anlatıyordu bana yarım Türkçesiyle. daha 13 yaşında olmasına rağmen oldukça yaratıcıydı. okumayı yazmayı öğrendikten sonra devamlı okumuş ve yazmış. ki okumayı yazmayı erken öğrenmiş. annesi öğretmiş. yıllarca yazdı okudu. bu alışkanlığını bana da geçirdi. birlikte okuduk yazdık. bir ara masal yazdık. ama korku-gerilim-yeraltı edebiyatı tarzında. dünyaca meşhur masalları değiştirdik. Pamuk Prenses’i kevaşe 7 cüceleri de kadın tüccarları olarak değiştirdik. Kırmızı Başlıklı Kızı polisiye türünde değiştirdik. babaannesini öldüren katili bulmaya çalışıyordu. bu yazdıklarımı bir blog sayfasında yayımlıyorduk. Hans bana göre oldukça daha hızlıydı yazı ve bilgisayar konusunda. yıllarca blog sayfasında yazdık. liseyi bitirdiğimizde artık yazdıklarımız oldukça okunuyordu. ve sayfayı takip edenler bizimle tanışıyorlardı. birkaç ay sonra Hans ilk kitabı olan ” Tanrının Şarkıları ” adlı bir kitap yayımladı. üniversiteye başlarken kitabı binler sattı. Bestseller olmuştu kitabı daha 20 idi yaşı. Üniversiteyi Amerika’da okuyacaktı ve 10 yıldır Amerika’da. ilk yazdığı kitabı otuz beşinci baskısında ve birçok dile çevrildi. Türkçe’de dahil. gittiği Amerika’da 3 film senaryosu ve iki kitap yazmıştı. arada konuşuyorduk ve benim de kitaplarımı okumuş. onun kitabı kadar ses getirmemişti benim kitaplarım az ve öz okuyucuya sahipti. şimdi Türkiye’de yayımlamak için gelmiştim yazdığım kitapları ve yazmaya başladığım kitabı da bitirmek için. o nedenle Saim abilere gelmiştim. hem hasret gidermeye hem de işlerimi halletmeye.
Herkes yattıktan sonra balkona çıktım. Bir sigara yaktım. saat gecenin bir yarısıydı. pek uyuyamazdım geceleri. yazardım genelde sessizlikte. ama bugün pek bir şey yazamayacaktım sanırım. hava çok güzeldi. tatlı tatlı esen bir rüzgara karşı içiyordum sigaramı. bu gece rüzgarla sevişecektim. rüzgar sessizlik kadar romantik sevişmiyordu ama olsun sonuçta her kadın aynı sevişmezdi. sigaramın son külünü intihar ettirirken üçüncü kattan aşağıya onu gördüm. gündüz önümüzden geçen Saim abinin deli dediği adamı. köşeyi dönmüştü ve birazdan apartmanın önünden geçecekti. hızlıca aşağıya indim. masanın üzerinde duran anahtarları aldım ve koşarak aşağıya indim ben inene kadar adam apartmanı biraz geçmişti.
– hey bakar mısın? dedim arkası dönük hızlı adımlarla yürüyen adama. ama oraları olmadı pek. koştum yanına.
– bir şey soracağım dedim. cevap vermedi. bir iki adım atınca durdu.
-sor dedi. yüzünü bana çevirince suratında ki sivilceleri fark ettim. yüzü Hiroşima’ya atılan atom bombasından sonra oluşan enkaz gibiydi. delik deşikti yüzü.
– neden o sözü bağırarak geziyorsun dedim.
– çünkü yaşıyorum dedi.
– nereden duydun peki sözü? dedim
– okudum dedi. ve yürümeye başladı. takip etmeye başladım adamı. belli belirsiz gidiyordum. bana ne yapar öldürür mü keser mi demeden gidiyordum. o da gelme demiyordu. karanlık bir bahçeye geldik. yarı kırık bahçe kapısını açıp içeri girdi. ardından ben. bir baraka vardı bahçenin içinde. yıkıldı yıkılacak. cebinden anahtar çıkardı ve içeri girdi. kapıyı açık bırakmıştı ben de girdim içeri ve kapıyı kapattım. içerisi havasızlıktan rutubet kokuyordu. sonra cılız bir ışık yandı. gözlerimi barakada gezdirdim. bir oda bir mutfak ve tuvalet vardı. evin tek odası olmasına rağmen oldukça genişti. oturacak bir yer yoktu. bir karyola vardı ve üzeri kitaplarla doluydu. odanın her tarafı kitaplarla doluydu. kapının arkasında, köşede,yatağın altında. yüzlerce kitap vardı odanın içerisinde. hatta bazılarını masa olarak kullanmış. üzerinde kurumuş yemek artığı olan bir tabak vardı.sonra bir kitap seçti ve tabure olarak üst üste istiflenmiş kitapların üstüne oturdu. ben hâlâ odanın girişinde ayaktaydım. o ise ben hiç yokmuşum gibi kitabın sayfalarını hızlı hızlı çevirip okudu.
– hayatta iki tür insan vardır. birincisi akıllılar ikincisi deliler. peki bunların arasında ki farklılık nedir? akıllı insan nedir? deli insan kimdir? akıllı insan hayatı okuyarak öğrenmiştir. ve kendi kimliğinden çıkmıştır. kitapta yazanı uygulamaya başlamıştır. kendi olmayı terk etmiş ve olması istenilen biri olmuştur. başkaları tarafından zeki ve akıllı olduğuna inandırılmıştır.bunu yapmalısın çünkü bu senin yapabileceğin bir şey. sen zekisin sen akıllısın. akıllı olduğun için herkesten farklısın ve daha çok kazanacaksın. kıskanacak seni herkes diyerek evrimleştirilmiştir. ilk insanoğlu öldürmeyi öğrendi sonra sevmeyi,çiftleşmeyi daha sonra akıllı olmayı. Seni evrimleştiren tanrı mı zeki olduğuna inandıran insan mı? bu sorunun cevabı delilerdedir. çünkü deliler tüm yasalara,evrimleştirilmelere karşı gelendir. akıllı insanlar kendileri gibi olmayanları aptal veya deli görür. ama deliler kimseyi kendi gibi görmez. çünkü deliler kendini bilir kendini yaşar. ilk insanoğlu gibi zamanla öğrenir. öldürmeyi,sevmeyi sonra çiftleşmeyi. ama akıllı olmayı öğrenemezler. çünkü akıllı olurlarsa sistemleşmeyi akıllılık sananlar gibi olurlardı. onlar kendileri gibi davranmayı severler. hiçbir şeyden korkmaz ve herkesin yaptığını yapmazlar. rutin şeyler haricinde. okumak,
yemek yemek,tuvaletini yapmak uyumak,ölmek gibi. deliler beyinlerinin sınırlarını zorlarlar. deliler sınırlar içerisinde yaşayamaz asla. hep daha ilerisini isterler. ama akıllılar onlara öğretilen kadar bilir fazlasını öğrenmez. ve en zeki ya da dahi insanlar delidir. deliler bu evrenin akıllılarıdır. deliler akıllanır ama akıllılar deliremez. çünkü bilmezler akıllılar delirmeyi. çünkü sınırları o kadardır. deliliğe kadar. delilik evrimleştirilmez. çünkü delileri tanrı yaratmıştır,akıllıları insan.
diyerek kitabı kapattı. öylece bakıyordum adama.
– ben deliyim evrimleştirilemem neysem oyum kimse beni anlayamaz sen bile dedi ve tırnağı siyahlaşmış işaret parmağıyla beni göstererek. bir an üzerime atlayacak zannettim. yapmadı. usulca ayağa kalktı.
– dum spiro spero. dünya akıllıların elinde,sokaklar delilerin. deliyim ama nefes alıyor yaşıyorum. yaşadıkça umutluyum. çünkü bir gün tüm akıllılar ölecek. dünya delilerin olacak. işte o zaman dünya kendi olacak. dedi ve çıktı gitti.
yazmayı bitireceğim kitap gezdiğim tüm şehirlerde yaşadığım olayları,gördüklerimi anlattığım biraz da kurgu serptiğim hikayelerdi. ama bu şey gerçek. birçok insanla konuşmuştum. her telden insanla ama bu adam gibi kimseyle konuşmadım. ve kendimi kötü hissettim barakadan çıkarken. afallamıştım. okuduğu paragrafı ben hiç okumamıştım. arkamı dönüp kitabı almak için barakaya döndüğümde kapıyı kapatmıştım. kitabın yazarı kimdi? her şeyi geçtim ben neydim deli mi akıllı mı? peki ya o kitabı yazan kişi deli mi akıllı mı? nefes aldıkça bir umudumuz var mıydı? beni tanrı yaratmamış mıydı? bunca yıldır akıllı insanlar alkışlanırken deliler dışlanmıştı. ama bir delinin benden çok umuda sahipti. bir deli akıllı insana akıl vermişti. okuduğu paragrafta da dediği gibi deliler bu evrenin akıllılarıydı. kitabımın son hikayesine bunu yaşadığımı yazacağım ve soracağım hangimiz deli hangimiz akıllı?