Güneşin mücevher gibi parıldadığı bir ağustos günüydü, bulutlar süt beyaz, ağaçlar yemyeşil, rüzgar şevkatli. Saklı bir ülkenin, saklı bir kentindeydiler, dağların kademe kademe küçülüp bir ormanla bütünleştiği, masalımsı küçük bir göl evinde.
Ardında bırakıp gidiyorken güzelim kadını, göl evinin bahçesinde. Sarmaşıkları dolanıyordu ayaklarına en sevdiği bitkilerin. Bir başkası olsa çiçeklerden, evden, gölden tabii kaynağı kadından gelen rayihalar onu oraya zincirlerdi. Gitmesi gerekiyordu, zarar vermek istemiyordu, narince çözdü sarmaşıkları, kalbini oynatan kokuları engellemek için elbisesini yırtıp maske yaptı yüzüne. Zar zorda olsa körleşmemek için çok ter döktü. İlerlediği yol boyunca bütün bunlar bir kaç kez daha tekrarlandı, çünkü aşktan, arzulardan, hazdan vazgeçmek yiğit işiydi. Adam koşar adımlarla çıkarken evin bahçesinden, önüne ağaçları devrilmeye başladı: Evi çevreleyen ormanın. Eğile kalka, düşe zıplaya atlattı, derken yine aynı yere çıkmıştı. Ama nasıl olurdu ? O uzaklaştığına emindi. Sarmaşıklar bu sefer adeta, adamı olduğu yere mıhlamıştı. Uyanık kaldığını düşünse de koku onu çoktan dize getirmişti. Sonra sordu adam :
- Adam – Nedir bu kalbime dokunan, nedir bu ruhuma temas eden ve beynimi kitleyen ?
- Kadın – Zaafların.