Gardiyan tek kişilik hücrenin kapısını copuyla dövüp bir yahudiye haykıran nazi üyesi tonunda; “Yemeğini ye bakalım pis sıçan” dedi. Yemeklerin içine tükürüp tepsiyi kapının altındaki dar kapakçıktan içeri itti; “Afiyet olsun” Kendini beğenmiş bir gülümsemeyle kirli koridordan uzaklaşacakken içerideki mahkumun belli belirsiz sesi onu durdurdu; “Çıkar beni buradan.”
İri yapılı, ukala gardiyan tiksinç bir simayla güldü; “Başka isteğin var mıydı leş parçası!” Hücredeki gayet sıradan bir tınıyla var dedi; “Aslında tabanca hiçte fena olmazdı. Birde elli dolar.”
Gardiyanın sinirleri bozulmaya başlamıştı. Şok tabancasının kabzasını kavrayıp kapıyı açtı. Farenin üstüne yürüyen kedi gibi büyüyerek yanaştı. Demek dedi boynunu kütletip; “Demek idam cezası yetmemiş. Pekala, öyle olsun, senin için bir cezam daha var!”
Odanın diğer ucundaki, yatağın kenarına çökmüş, vücudu dövmelerle kaplı, atletik yapılı, uzun sakallı, otuz beş yaşlarındaki mahkuma birkaç defa şok verdi. Sonra boyası çekilmiş yüzünü eliyle kavrayıp kendi yüzüne yanaştırdı; “Burada işler böyle yürür bilirsin. Burası Amerika, kişisel bir şey değil.”
Çıkacağı esnada yerdeki tepsiden birde tavuk budu aldı; “İkramın için sağ ol.” Budu ağzına götürür götürmez tavuk kemiği tarafından çarpıldı. Beyni yüksek voltajlı bir elektrik akımıyla kızartılırken saçlarından duman tütüyor, vücudundaki hemen hemen her delikten de kan sızıyordu. Bir et torbası gibi olduğu yere yığıldı kaldı.
Mahkum tekinsiz bir kahkaha patlayıp ayağa kalktı. Kıyafetlerini gardiyanınkilerle değiştirip adamın sok cihazını ve tabancasını aldı. Cebini yokladı, 50 dolardan fazlası vardı. Kapıyı cesedin üzerine kaparken gülümsüyordu. Belli belirsiz bir tonda; ” Çok zor ama eğer konuşmayı başarabilirsen onlara bunu Nikola Tesla’nın yaptığını söylersin” dedi; “Alınma, kişisel bir şey değil.”
Torchwood üyelerinin omuzlarında taşınan camdan tabut Unit askerlerinin nezaretinde tören alayıyla birlikte kalabalığın içinden bir kabus gibi geçmekteydi. Donna, Martha, Kaptan Jack Harkness, Kate Lethbridge Stewart ve daha yüzlerce kişi tarafsız bölgede yani Ay’da tertip edilen Sarah Jane Smith’in cenaze töreninde yaşlı gözlerine hakim olamıyordu. Patlamadan sonra Doktor’un kadim dostunun parçalanan cesedini Genetik Mıknatıs denilen bir aletle bir araya toplayıp, sanki alelade bir hastalıktan veya kan kaybından ölmüş gibi normal haline getirebilmişlerdi. Ceset adeta gülümseyen bir yüzle tabutun içinde, beyaz bir elbiseye bürünmüş bir melek gibi uzanıyordu.
Birçok uzaylı türünden temsilciler ve Sarah Jane’i tanıyanlar taziyelerini iletmek için buraya gelmişlerdi. Hiç birinden ses seda çıkmıyordu. Uzay elbiselerinin içindeki solgun benizler susuyor, sustukça yürekleri ruhlarına kan kusuyordu.
TARDIS Ay yüzeyine kurulmuş metal bir plakanın üzerine park edilmişti. Sarah Jane’in tabutu TARDIS’in hemen önüne bırakıldı. Herkes kaskındaki mikrofondan sırasıyla son sözlerini söyleyip, konuşmalarını yaptı. Onu tanıyan tanımayan herkes bir başka acılıydı.
En sonunda gözleri kan çanağına dönmüş, bakışları kararmış Doktor TARDİS’in içinden iki büklüm ruhuyla çıktı. Yoldaşının tabutunu aralayıp saçlarını okşadı. Gözünden birkaç damla yaş süzülüp çenesinden damladı. Kadını kollarına alıp gemisine taşıdı.
TARDIS suskundu bugün. Yas tutuyormuşçasına bütün ışıklarını kısmış, bütün seslerini kapatmıştı. Doktor kucağında en iyi arkadaşının buz gibi bedeniyle TARDIS’in derinlerine indi, odalardan, salonlardan, tünellerden, dehlizlerden geçip geniş, yüzlerce kilometrelik, yemyeşil, öbek öbek çiçekler, ağaçlar ve hayvanlarla dolu TARDIS’in uçsuz bucaksız bahçesine yürüdü.
Eline küreğini alıp genişçe bir çukur kazdı. Yoldaşının cesedini içine bırakıp üzerini toprakla kapadıktan sonra mezarının başında bir süre sessizce oturdu.
“Sen benim en iyi arkadaşımdın Sarah Jane. TARDIS’ten hiçbir zaman ayrılamadın.
Hiçbir zaman uzak kalamadın. Seni TARDIS’e gömüyorum bu yüzden. Böylelikle- böylelikle sonsuza dek benimle seyahat edeceksin Sarah Jane, sonsuza kadar birlikte olacağız.”
Titrek ellerle mezarının başına hologram bir mezar taşı iliştirdi.
Sarah Jane Smith
Dünyanın Savunucusu…
Gözyaşları içinde oradan ayrıldı. Sonraki bir haftayı tek başına münzevi bir biçimde inzivaya çekilerek geçirdi. Haşarı, çocuksu kişiliği vicdan azabınca prangalanmış, yaşlı ve yorgun bir kisveye bürünmüştü. Sık sık kendi varlığını sorguluyor, intihar düşüncesi ara ara beynini yokluyordu.
Günün birinde Donna’nın ara ara yaptığı, genelde soğuk geçen limoni ziyaretlerinin bir tanesinde kadın Doktor’u neşelendirmek için ne dersin dedi; “Bir yolculuğa çıkalım mı?”
Doktor kitabına çivilediği mahzun bakışlarını hiç oynatmadan; “Okuyorum Donna” dedi; “Belki başka sefere.”
Bir haftadan uzun süredir evrende olan hiçbir şey Doktor’un ilgisini çekmiyor, hiçbir hadise onu heyecanlandırmıyordu. Fakat Donna’nın pes etmeye hiç niyeti yoktu. Konsola eğilip TARDİS’e bir şeyler fısıldadı; “Ona eğlenceli bir şeyler ver. Lütfen, kafasını dağıtacağı bir şeyler.”
TARDIS homurtuyla solucan deliğine dalıp uzay-zamanın bir başka kesitine yol aldı.
Tokyo-Japonya
Oradakiler ilk defa böylesine büyük bir depremle yüz yüze gelmişlerdi. Bina bir tabak sıcak jöle gibi sarsılıyor, duvarlar titriyor, kirişler parçalanıyor, depreme dayanıklı olması için imal edilmiş yapı çatırdıyordu. Üstelik bu sadece gökdelenlerden bir tanesinde, 85 katlık devasa bir şirkette meydana geliyordu. Kapılar yüksek voltajlı elektrik akımlarıyla ablukaya alınmış, bütün çıkışlar ölümcül bir tuzağa dönüşmüştü. En alt katta, lobi bölümünde 50’ye yakın çalışan mahsur kalmıştı. Bazıları korkudan bir köşeye sinmiş, bazıları heyecandan adeta aklını kaybetmiş, bazısı bir çıkış bulma telaşına düşmüstü.
TARDIS şimşek gibi bir hızla temizlik odasının içinde cisimleşti. Donna kolundan tuttuğu gibi zaman lordunu dışarı sürükledi.
“Bugün macera kaldıracak havamda değilim!”
Donna diretti; “İstesen de istemesen de bunu yapacaksın Doktor. Senin iyiliğin için!”
Adamı doğruca lobiye götürdü. Manzara dehşetliydi. Depremin ortasında en az 7 kişi kalp krizi geçirerek ölmüş, üzerinden dumanlar tüten üç kişi çıkışların önünde elektrik akımına maruz kalarak kızarmıştı.
“TARDIS bizi buraya mı getirdi yani? Japonya’da bir deprem! Ona kafa dağıtacak bir şey olsun demiştim! Sıradan bir şey değil!”
Oysaki vaka doktorun ilgisini çekmişti; “Hayır Donna, hayır. Bunun sıradan bir deprem olduğunu düşünmüyorum.”
Soniğini çıkarıp binanın iskeletini ve ses değerlerini analiz etti;
“Reenkarnasyona inanır mısın Donna.”
“Neden soruyorsun?”
“Bina suni bir depremle sallanıyor. Her madde farklı bir sonik frekansa karşı hassastır. Biri bu binanın sonik frekansını çözüp ses dalgalarını ona karşı kullanıyor. Bizim kulaklarımız algılamıyor ama o frekans aralığında gürültülü bir yayın yaparak binanın iskeletini cam bir bardak gibi parçalıyor. Eğer yanılmıyorsam bunu bu şekilde yapan tek bir kişi var.”
Derken lobideki led ekranlardan birinde kolunda tuttuğu güvercinin başını okşayan, sakallı, atletik görünümlü mahkumun görüntüsü belirdi. Belli belirsiz bir edayla gülümsüyordu; “Bunu ilk yaptığım zamanı hatırlıyorum. Bütün sokak çatırdamıştı.”
Televizyonun kamerasından Doktor’un yüzünü görür görmez mahkumun suratında bir hayret kıpırdandı; “Doktor” dedi şaşkın bir bakışla; “150 yıldır görüşmemiştik”
Doktor kaşlarını çattı; “Bu imkansız!”
“Öyle mı? Beraber gittiğimiz semineri hatırlarsın o zaman. 1890 yılının mart ayında. Salona bir göktaşı düşmek üzereydi. Manyetik bir alan yaratıp meteorun yörüngesini saptırmayı son anda başarmıştık.”
Doktor’un bakışları parladı; “Sen gerçektende osun. Sen Nicola Tesla’sın! Ama nasıl olur!”
“Ruh göçü, başka bir bedende hayat bulmak, tekrardan yeşermek, reenkarnasyon, adına her ne dersen de. 1943’te bir otel odasında sefil bir vaziyette öldüm, 2015’te bir hapishanede mahkum olarak yeniden doğdum. Bir bilim adamı olarak Doktor, bunun gibi inanışları hurafe olarak görürdüm. Ama görüyorsun ya, işte buradayım…”
“Bu imkansız! Reenkarnasyonun hiçbir bilimsel dayanağı yok!”
“Bunu bilemezsin Doktor. Belki de bedenlerimiz öldüğünde ruhlarımız atom altı parçacıkların içine sinip kalıyordur. Belki de statik elektrik gibi bir yerlerden kıvılcımlanmayı bekliyoruzdur.”
Zaman lordunun aklına Sarah Jane düştü. Eğer bu çılgın teori doğruysa o ölmemiş olabilirdi. Fakat bu ihtimalde diğerinden daha az korkunç değildi. Kim bilir bir dahaki sefere hangi bedende, hangi zamanda, belki de sefil bir halde, bir zalim olarak, bir suçlu olarak, bir katil olarak doğacaktı. Ve belki öldürecekti, nicelerini. Bütün o kan, bütün o kan, silsileler halinde bu domino gösterisini başlatan Doktor’un ellerine bulaşacaktı. Eğer bu doğruysa… Sarah Jane’in akıbeti ne olacaktı?
Sol taraftaki koridor büküldü ve çöktü. Kolonlar ağır bir yükün altında inliyor, bina depremin kudretine diz çöküyordu.
Doktor düşüncelerini toparlamaya çalıştı; “Hiç ihtimal vermiyorum ama diyelim ki bu doğru, diyelim ki reenkarne oldun, ki bu düpedüz saçmalık ama oldu diyelim, burada ne yapıyorsun? Buna devam edersen bütün bu insanlar ölecek. Hepsi! Benim tanıdığım Nikola Tesla buna izin vermezdi. Benim tanıdığım Tesla kaçıktı ama yaşadığı sürece barış için savaştı. Şimdi ne değişti? Bırak bunu. Deprem cihazını kapat.Yoksa bu bina bu kadar insanın mezarı olacak!”
Nikola Tesla koluna tünemiş olan güvercini ani bir hareketle havaya fırlatıp ayağa kalktı; “Bizi beyin yönetir Doktor. Beyindeki elektrik akımları, hormonlarımız. Şu anda sahip olduğum beynin vicdan azabını işleyen bölümü çalışmıyor. Dahası da var, saldırganlığın, sapkınlığın ,tutarsızlığın ve acımasızlığın işlendiği bölüm zirve yapmış durumda. Bir psikopatın vücudundayım Doktor. Ve artık bu yeni koşullar altında bende bir psikopatım. Kişiliğimiz bundan ibaret işte, bir yanılsama…”
Birkaç metre ötede tavan parçalandı ve üst katta ne varsa aşağı yığıldı. Birkaç kişi molozların altında ezilip can verdi; “İşte Doktor, artık ben buyum.”
Doktor Donna’ya soniğini verip TARDIS’e gitmesini söyledi; “Frekansı ayarladım. Konsolun altında, balyozun yanında bir hoparlör girişi var. Soniği alıcıları yukarı bakacak şekilde oraya sok. Şanslıysak binanın dayanması için karşıt frekansta bir direnç oluşturacaktır.”
Donna bir taraftan içinde bulundukları durumdan endişelense de , diğer yandan Doktor’un eskiye dönmeye başlamasına seviniyordu. Dengesini korumaya çalışarak temkinli bir vaziyette TARDIS’e doğru yürüdü.
O gittiğinde Doktor tekrar Tesla’ya döndü; “Biz kişilikten ibaretiz Tesla. İnan bana çok yaşadım, beden değişimi ruhu değiştirmiyor.”
Tesla aşağılayıcı bir bakış fırlattı; “Sen öyle san!”
“Ne yani, bu mu? Dünyanın en büyük dahilerinden biri yeniden doğuyor ama yaptığı tek şey bir şeyleri yerle bir etmek mi? Kanuna karşı gelmek mi? Cinayet mi?”
O bunları söylerken soniğin tiz sesi kulak çınlatıcı bir tonda etrafı sardı. İşe yarıyor, bina stabilleşiyordu.
Tesla bulunduğu yerde volta atmaya başladı; “Adımı unutmuşlar Doktor” dedi; “Radyonun mucidi başka, uzaktan kumandanın, ampulün, elektriğin. Oysaki hiçbiri ben olmasam işe yaramazdı! Dünya daha da berbat, daha da sefil, daha çürümüş, ama, ama yakında buna bir son vereceğim. Tesla yeniden doğdu, dünyada yeniden doğacak!”
Sonunda bina sallanmayı bıraktı ve tamamen dengeye oturdu. Doktor; “Bitti artık Nikola” dedi; “Bina sabitlendi. Planın işe yaramadı.”
Nikola Tesla mağrur bir aşağılamayla sırıttı; “Zekamı hafife alıyorsun Doktor. Planımı yalnızca tek bir binadan mı ibaret sandın yoksa? Şehrin en kritik noktalarında fay hatlarının en kırılgan yerlerine inşa edilmiş onlarca gökdelen var. Hepsine bir deprem makinesi yerleştirdim. Bir dakikaya kalmaz hepsi çökecek, hem de aynı anda. Bu büyük basınçla arta kalan enerji fay hatlarını tetikleyecek. Sonuç; sen söyle Doktor, sonuç ne?”
Doktor dehşete boğulmuş gözleriyle deprem dedi; “Japonya’nın bile daha önce hiç görmediği, devasa bir deprem! Bunu yapamazsın”
Nikola Tesla bir kahkaha patlatıp kuşunun konması için kolunu ileri uzattı; “Yaptım bile. Üstelik bu daha sadece fragmandan ibaret.”
Ekran kapandı. Tüm ışıklar söndü. Aynı anda engin bir gürleme ve onu takip eden bir yıkım sesi duyuldu; “Binalar yıkıldı.” dedi Doktor; “Birazdan gerçek deprem gelecek. Burada kalamayız!”
Tam TARDIS’e doğru hamle yapmıştı ki Donna engel oldu; “Onları kurtarmalıyız”
Doktor vakit yok dedi; “Kaçmamız lazım. Bu şartlar altında en doğrusu bu.”
El yordamıyla yollarını bulup gemiye geri döndüler. Ardından beklenen deprem geldi. Binlerce tonluk bina TARDIS’in üzerine göçtü. Doktor toz toprak içindeki kara elleriyle kontrolleri kurcalayıp TARDIS’i enkazın altından güvenli bir yere uçurdu.
Kapıyı açtığında gördüğü manzara korkunçtu. Bir tepeden kente bakıyorlardı. Şehrin yarısına yakını yıkılmış, alevler dört bir yanı sarmış, kalın bir duman tabakası gökyüzüne dek uzanmıştı. Üstelik tsunami kısa zaman sonra şehri süpürmeye hazırlanıyordu.
Doktor kaşlarını kaldırıp boğuk bir sesle başaramadık dedi; “Çok geç kaldık!..”
Olanlardan sonra TARDIS’in ekranından haber kanallarını taratıyordu;
“Yetkililer Japonya’da yaşanan deprem felaketinin ulusal çapta bir kriz olduğunu rapor ettiler. Japonya Uzay Ve Havacılık Dairesi başkanı yaptığı basın toplantısında bu felakete üzüldüğünü, ancak ülkenin gelişmesinin her şeyden önemli olduğunu belirtirken, buna bağlı olarak yaşanan felaketin Ay’a gönderilmesi beklenen Japon uydusunun kalkışını geciktirmeyeceğini bildirdi. Açıklamasında ‘Bu ulusumuz için oldukça üzücü bir olay. Fakat geçmiş tecrübelerimizden de bildiğimiz gibi felaketleri atlatıp önümüze bakmamız bizim kurtuluşumuz olacaktır’ ifadesinde bulundu. Söz ettiğimiz uydu yarın 09.50’de planlandığı gibi Ay’a fırlatılacak. Wall Street muhabirleri Japonya’da yaşanan felaketin piyasaya etkilerini tartışıyor, ayrıntılar birazdan.”
“Olamaz” diye haykırdı Doktor.
Donna “Ne oldu?” diye sordu.
“Sanırım planını anladım! Yepyeni bir dünyadan bahsediyordu. Bu deprem sadece bir gösteriydi! Yarın deprem cihazını Ay’a giden rokete bağlayacak. Ay’ı parçalamak istiyor. Böylelikle Ay parça parça Dünya’ya yağacak. İnsan ırkı yok olacak. Böylece o da yeni dünyanın kurucularından olacak!”
TARDIS’e koordinatları girip kolu indirdi. Donna meraklı bakışlarla sordu; “Nereye gidiyoruz?”
“Nikola Tesla öldüğünde Amerikan hükümeti başkalarının eline geçmesin diye çalışmalarına el koydu. Onları bulmalı ve bu reenkarnasyon zırvalığının altındaki gerçeği öğrenmeliyiz. Onu durdurmak için tek şansımız bu olabilir. Şayet Ay’ı patlatabilirse olayların gidişatına engel olamam!”
TARDIS FBI ana binasının önünde cisimleşti. Doktor kapıdaki görevlilere psişik kağıdını gösterdi; “Ben Walter Bishop. Yanımdaki de asistanım Olivia Dunham. İleri Teknoloji Araştırma Merkezinden geliyoruz. Birkaç belgeyi incelememiz lazım.”
Görevli bir süre tereddüt etti. Kulaklığından amiriyle görüşüp izin aldıktan sonra ikiliyi rahatsız bir baş hareketiyle içeriye buyur etti; “Girebilirsiniz.”
Kahramanlarımız Nikola Tesla’nın belgelerinin bulunduğu gizli arşive yöneldiler; “Donna sen günlüğüne bak. Ben çalışmalarını inceleyeceğim.”
“Tamamdır.”
Kısa bir araştırmanın sonunda Donna parmağıyla Doktor’u dürtüp elindeki günlükten bir paragrafı gösterdi. Doktor yazılanları yüksek sesle okudu; “Sıcak bir yaz günü kafamı toparlamak için şehrin dışındaki bir koruluğa yürüyüşe çıkmıştım. Bacaklarım artık eskisi gibi çalışmıyordu. Soluklanmak için bir köşeye oturduğumda gökyüzünden düşen bir parıltı fark ettim. Bir göktaşı olmalı diye düşündüm. Heyecanla düştüğü yere doğru koştum. Yerde ufak bir çukur açmış, çakıl taşı büyüklüğünde bir çip parçasıydı. Daha önce böylesi bir şey görmemiştim. Alelacele onu cebime koyup eve götürdüm. Dünya dışı yaşama olan inancım sebebiyle senelerce alay edilmiştim. Belki de bu parça onlardan gelmişti. Dünyaya varlıklarını kanıtlanabilirdim. Onu odamdaki komidinin çekmecesine koyduktan sonra keşfimi açıklamak için yarını beklemeye koyuldum. Fakat uyandığımda aygıt yerinde yoktu. Ne kadar arasam da bir türlü bulamadım. Düşüncelerimi kanıtlamanın anahtarı ellerimden uçup gitmişti. O günden sonrada kimseye bundan bahsetmedim.”
“Uzaylılar mı yani? Bunu onlar mı yapmış?”
“Emin değilim Donna. Öğrenmek için bir yere daha uğramalıyız.”
Hapishane müdürü kravatını gevşetip sandalyesinde rahatsızca kıpırdandı; “Kaçan mahkumdan kimseye bahsetmediğinizi umuyorum. Yaygaraya gerek yok. Onu bulacağımızdan eminim.”
Donna; “Biz buraya bunun için gelmedik.” dedi.
Onun sözünü Doktor devam ettirdi; “FBI adına gizli bir araştırma yürütüyoruz. Kaçan mahkumla ilgili bilgilere ihtiyacımız var.”
Bunalmış müdür asık suratla mahkumun dosyasını uzattı; “Adı Kevin Black. Psikopat. Sayısız tecavüz, seri cinayet ve işkence suçundan idam cezasına çarptırıldı. Özel bir hücrede tutuluyordu. Önümüzdeki Perşembe darağacına gidecek. Başka ne bilmek istiyorsunuz? Bakın eğer bunu müfettişler duyarsa-”
Doktor adamın sözünü böldü. Dosyadaki bir sayfayı işaret ediyordu; “Bu rutin sağlık taramasından çıkan sonuç. Beyin röntgeni. Şuraya bakın! Beynin sağ hemisferine, frontal lobun altına!”
Donna röntgendeki siyah noktayı farkedip tümör dedi; “Ne var ki bunda”
“Ah, Donna bu tümör değil. Bu bir çip. Tesla’nın bulduğu çip. Kusura bakmayın müdür bey, internetinizi kullanmalıyım”
Ufak bir araştırmanın ardından mahkumun dedesinin Tesla’nın otopsisinde görev yapan bir cerrah olduğunu öğrendi; “Beynini açıp içine baktığında çipi bulmuş ve kendine saklamış olmalı. Bu her şeyi açıklıyor. Anlamıyor musunuz? Çip o gece kaybolmadı. Tesla’nın beyninin içine girdi. Ölene dek onun benliğini nöronlarından adeta vakumladı. Sonrada otopside doktorlardan biri bu çipi buldu. Bir şekilde bu cerrahın torununun, yani azılı suçlu Kevin Black’in beynine girdi. Her şey şimdi anlaşılıyor. Uzaylı teknolojisi bilimsel bir reenkarnasyona yol açtı. Tesla’nın düşüncelerini ona aktardı! Hemen gitmeliyiz!”
Onlar bir süratle odadan fırlarken olup bitenden bir haber müdür arkalarından öylece bakakaldı.
Japonya kendi felaketiyle boğuşuyor, güneşse nispet yapar gibi yeni güne gülümsüyordu. Fırlatmaya az bir vakit kalmış, yer kontrolde bütün hazırlıklar tamamlanmış, roket kalkış rampasına yerleştirilmişti.
Güvenlik görevlileri fırlatma alanına girmeye çalışan tuhaf görünümlü bir adam yakaladılar. Bir bomba imha uzmanı gibi giyinmiş, elinde metal bir çanta, sırtında Tesla bobinin ufak ama güçlü bir versiyonunu taşıyan bu iri yansı adam dansı andırır adımlarla yürümekteydi. Görevlilerden biri “Belgelerini göster!” dedi. Tesla uyarıya aldırmayınca başka bir görevli bir kez daha ikazda bulundu; “Belgelerini göster!”
Yine cevap gelmeyince bu sefer iki görevli de silahlarını yabancıya doğrulttu. Bir tanesi yaka telsizinden anonsta bulundu; “Giriş bölümünde, batı kanadında, erkek , 1.90 boylarında, iri yapılı, muhtemelen silahlı ve elinde bir bomba var. Acil destek istiyorum, tekrar ediyorum, acil destek-”
Adam sırtındaki Tesla bobinini çalıştırıp ölümcül elektrik akımıyla görevlileri kızarttı.
Yoğun elektrik deşarjı kafasının üstünden aşağı doğru sallanıp bir kafes gibi çevresini sarıyordu. Kimse 4 metreden daha fazla yaklaşamazdı.
“Böyle olmamalıydı.” dedi Doktor güvenlik kulübesinin arkasından yaklaşırken. Donna’yı güvenli bir yere bırakmıştı. “Çoktan ölmüş birinin ruhuyla soykırım yapacaksın! Buna izin vermem! Bu gezegen değer verdiğim her şey!”
“Beni durduramazsın Doktor. Artık her şey için çok geç!”
“Hayır değil!”
Soniği Tesla bobininin başına doğrultup işe yaramasını umdu. Fakat tornavida elektriği bir paratoner gibi üzerine çekip kızardı. Doktor acıyla yanan elini geriye çekti; “Dur, vazgeç artık. Seni yeni bir gezegene götürebilirim. Uzaylı profesörlerle çalışabileceğin, her türlü ekipmanının olduğu bir yere, ne dersin? Kabul et Tesla!”
Tesla reddetmekte kararlıydı; “Beni yolumdan alıkoyamazsın Doktor. Gelecek ismimle yankılanacak.”
“Bir katil olarak anılacaksın. Dünyanın en kötü insanı olarak!”
“Felaketten sonra kimse bunun sorumlusunu bilmeyecek. Beni insanlığın kurtarıcısı olarak tanıyacaklar!”
Doktor’un göz bebekleri öldü, bakışları hançerleşti. Cebinden daha önceki bir yolculuğundan kalma, atmayı unuttuğu bir silahı çıkardı. Kabzasını sıkıp namluyu Nikola’ya doğrulttu; “Yaparım, vazgeç yoksa tetiği çekerim!”
“Güldürme beni, sen kimseyi vuramazsın”
Doktor’un kalbi gümbürdüyordu. Başka şansı yoktu. Tam tetiği çekeceği esnada yukarıdan gök gürlemesine benzer bir ses duyuldu. Elektronik vızıltılar içinde V şekilli 5 uzay aracı tepelerine çullandı. İkisinin de üzerine binlerce kırmızı lazer ışını doğrulttular; “Sizi tanımıyorum” dedi Doktor; “Ama eminim ki bu çipte sizin parmağınız var. Her şeyi önceden planladınız! Biliyordunuz. Bunu Tesla’ya siz gönderdiniz. Olacakları biliyordunuz! Tesla’nın beyninin azılı bir suçluda nasıl işleyeceğini, hastalıklı bir beyinde bir dahinin neler yapabileceğini biliyordunuz! Dünyayı yok etmek için ortam hazırladınız. Ay parçalanacaktı. Sizde yeni Dünya’nıza kavuşacaktınız. Hem de teknik olarak bu sizin suçunuz sayılmayacaktı. Savaş suçu işlememiş olacaktınız çünkü bunu kendileri yapmış olacaklardı! Kılınız bile kıpırdamayacaktı!”
Bir müddet sanki onay bekler gibi sustu; “Ben Doktor’um. Dünyanın savunucusu. İsmimi bir araştırın isterseniz. Sizin gibi binlercesini yendim. Sırf adımın anılışıyla orduları kaçırdım. Korkun benden ve biraz aklınız varsa, eğer ki biraz aklınız varsa kaçın!”
Uzaylılar en ufak bir tereddüt parçası dahi yaşamadılar. Uzay araçlarından biri yere 5 metre yüksekliğinde, ince, uzun, tabanı kare bir kaideden oluşan bir cihaz bıraktı. Cihaz açıldı ve etkinleşti.
Bunu bir tehdit olarak algılayan Doktor son uyarısını yaptı; “Burayı terk etmek için size son bir fırsat tanıyorum. Ya burayı terk edersiniz, yada yapacaklarımdan ben sorumlu değilim!”
Uzay araçlarından hiçbir cevap gelmedi. Üstelik cihaz hala çalışıyordu. Bütün bunları hayretle izleyen Tesla’nın yüzüne mest olmuş gibi bir ifade hakimdi.
Doktor son çare olarak TARDIS’e döndü, nefret ve kin dolu bir halde Ahengin Gözü’nden bir miktar enerji süzüp bunu uzay araçlarını bozacak bir şok dalgası halinde patlattı. Dışarı çıktığında her şey olmuş bitmiş, gemiler patlamış, onlarca mürettebat ölmüş, geride sadece kesif bir toz bulutu kalmıştı. Doktor’un yüzüne bir gölge düştü. Hayatını gittikçe daha karanlık tonlarda sürdürüyordu.
Tesla bir hışımla Doktor’un üzerine atıldı; “Bunu nasıl yaparsın! Ne cüretle!” Tam onu da kızartacağı vakit adamın kulağından kan sızmaya başladı. Çok geçmeden bilincini kaybedip yere yığıldı.
Doktor olanlara bir anlam veremezken adamın kulağından ufak bir metal parçası fırlayıp biraz evvel uzay gemilerinin bıraktığı cihaza yapışıverdi.
Zaman lordu yüreğine inme inmiş gibi hissetti. Çipi daha detaylı inceledi. Bu, her yerde kullanılan bir uzay çağı teknolojisiydi. Beyinden beyine veri aktaran geliştirilmiş bir flash bellek modeli. Daha yeni anlıyordu. Bunların hepsi rastlantıydı. Yaratıklar o çipleri bilerek bırakmamışlardı. Hepsi bir hataydı. Şimdide hatalarını düzeltmek için, çipi geri almak için dönmüşlerdi o kadar. Dünyaya tehdit oluşturmuyorlardı. Savaş istemiyorlardı. Doktor’sa onları yok etmişti. Bir yanlış anlaşılma yüzünden onlarca masum yaratığın canına kıymıştı.
Artık kendini tanıyamıyordu. Kendi benliğinden tiksiniyordu.
Kevin Black’in cansız cesedini arkasında bırakıp kanlı gözlerle TARDİS’e girdi.
“O zaman sonra görüşürüz Doktor” dedi Donna; “Kendini fazla hırpalamamaya çalış” Doktor bakışlarını kaçırdı. Hiçbir cevap vermedi. Onun yerine yalandan bir tebessüm attı. Donna ani bir hareketle Doktor’un boynuna sarıldı. Doktorun gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. Fark ettirmeden bir çırpıda hepsini sildi.
Donna’yla vedalaşıp TARDIS’e bindiğinde vücudu o kadar ağırlaşmıştı ki artık taşıyamıyordu. Kendinden o kadar tiksiniyordu ki kişiliğini tüküresi, benliğini kusup atası, ardında bırakası geliyordu.
Konsolun başına çöküp yutkundu. Ağlamaklı bir sesle “Çok uzun yaşadım” dedi; “Çok uzun yaşadım. Artık yeter…”