Doktor TARDIS’in kapısını aralayıp elindeki çaydanlığı Güneş’e doğru uzattı. Gemi yıldızın plazmadan yüzeyine saplanmış, o çalkantılı gaz denizinin içinde sürükleniyordu; “TARDIS’in dış atmosferi Güneş’ten gelen ısıyı, ışığı ve radyasyonu engelliyor. Tabi bir kısmını. Çay birazdan kaynar.”
Hemen ilerilerinde şiddetli bir güneş patlaması yaşandı. Binlerce derecelik sıcak gaz yüz binlerce kilometre yukarılarına püskürüp bir kıvılcım şelalesi gibi üzerlerine geri yağıyordu.
Doktor kapıyı kapayıp terden sırılsıklam olmuş bir suratla yoldaşına gülümsedi; ” Sürerim buluttan tarlaları. Yağmurlar ekerim göğün göğsüne. Güneş’te demlerim senin çayını. Yüreğimden süzer öyle veririm. Ki bende iki tane var.”
Donna kaşlarını kaldırdı; ” Sırf bir şarkı yüzünden mi Güneş’e geldik yani?”
Doktor çayı konsolun altından çıkardığı barok devri, şatafatlı bardaklara doldurdu. Donna’ya uzatıp; “Ben her zaman bir şarkı yüzünden Güneş’e gelirim.” dedi; “Bir de çay için tabi ki. Güneş’te demlenen çayın tadı bir başka oluyor. Sıcak plazma, hidrojen, helyum, elektronların o kendine has kokusu çaya işliyor. Durma, tadına bak.”
“Ya, eminim bunu bütün kızlara söylüyorsundur.”
Doktor yüzünü ekşitti; “Kızlara asla güvenme. Dıştan Venüs gibidirler. Parlak ve güzel. Fakat içlerinde 500 derecelik volkanik kükürtlü bir cehenneme benzerler. İroniye bak, Venüs bir kadının ismi verilen tek gezegendir.”
Bu sırada TARDIS bir yaramazlık yapıp bugüne kadar Doktor’un tanıştığı tüm güzel kızları bir holograma yansıttı. Onu en çok mutlu edenleri, kalbini en çok kıranları…
Donna damak şaklatıp; “Venüs öyle mi!” dedi. “Demek Venüs.”
Ansızın gemi yörüngesinden savrulup boş uzaya fırladı. Kontrol panelleri kendini kilitledi, ışıklar söndü, kıvılcımlar ızgaraları doldurdu. Doktor konsolun başına geçip kontrolleri kurcaladı; “Ne oldu sana böyle kızım? Neyin var!”
TARDIS homurtulu bir iç çekişle karşılık verdi; “Donna bunda senin bir parmağın var mı?”
“Ben bir şeye dokunmadım seni bunak Zaman Lordu. Gemin kafayı yemiş”
“Hey, onunda duyguları var.”
TARDIS hiç olmadığı kadar şiddetli bir döngüyle cisimleşti. Doktor Donna’yı da aldığı gibi kapıya ilerledi. Eşikte durup ciddi bir tonda dikkatli olmasını söyledi; “TARDIS bu kadar istekli bir şekilde bir yere geldiyse bunun sonu iyi değil demektir.”
“Sen beni merak etme. Başımın çaresine bakabilirim.”
“Ona ne şüphe!”
Kapıyı aralayıp dışarıyı kolaçan ettiler. Bembeyaz uzun bir koridor ve sağlı sollu onlarca odadan başka hiçbir şey yoktu; “Burası bir çeşit, askeriyeye benziyor.”
Donna kapıyı kapayıp gözlerini koridorda gezdirdi. Sürgülü demir kapıların rengi solmuş, üzerlerindeki demir parmaklıklar paslanmıştı. Havada hafif bir rutubet kokusu, çürük bir etin ekşi aroması hissediliyordu.
Zaman lordunun sırtına bir silahın soğuk namlusu dokundu. Sert bir tını; “Arkanızı dönün!” diye bağırdı. Kahramanlarımız ellerini havaya kaldırıp yabancıya doğru döndüler. Üzerinde yamalı bir kıyafet, yüzü gözü is içinde, kurum kadar siyah bakışlarıyla silahını ikiliye uzatan bu ufak tefek adam Doktor’a nedense tanıdık gelmişti. Birden kalpleri tekledi Zaman Lordunun. Sen dedi puslu gözlerle; “Pussar… Sen…” Yutkundu, konuşamadı. Yabancı da karşısındakini tanımış olsa gerek silahını indirdi; “Doktor, inanamıyorum, bu sen misin?”
“Siz tanışıyor musunuz?”
Doktor Donna’ya döndü; “Pussar Marlas’lı bir mülteciydi. Zaman Savaşı sırasında Galliffrey’e sığınmıştı. Gezegenim onun bütün ailesine baktı. Can güvenliğini teminat altına aldılar.”
Donna sordu; “İyide, ne karşılığında?”
Pussar lafa karıştı; “Silah karşılığında.” Yaklaşıp kadının elini sıktı; “Ben Marlas’lı Pussar Albadin. On galaksideki en başarılı bilim insanı. An’ın ve Zaman Lordu haberleşme küplerinin yaratıcısı.”
Doktor kaskatı bir suratla baktı adamın yüzüne; “Pussar Galliffrey’e sığındığında Rassilon ailesinin güvenliği karşılığında ondan bir şey istedi. Galaksileri, gezegenleri tek bir saniyede yok eden dehşetli bir silah. Zaman Lordlarının galibiyeti için.”
“Bende An’ı yarattım.” diye devam ettirdi diğeri; “Ayrıca savaşlarda iletişim kopmasın diye Zaman Lordu haberleşme küplerini de. Başka çarem yoktu.”
İki eski dost sararmış mısır parşömenleri gibi engin bir tarihle baktılar birbirlerine. Doktor gözlerini kaçırıp neyse dedi; “TARDIS’e dönelim.”
“Ne yani, araştırmak yok mu? Öylece çekip gidecek miyiz?”
“Bu sefer evet. Öylece çekip gideceğiz.”
Kulübenin kapısını açıp içine bir adım atmıştı ki kendini Niagara şelalesinin üstündeki bir kaya parçasında buluverdi. Şelale olanca gücüyle akıyor, kaygan kaya parçası ağırlığa dayanamayıp sarsılıyordu. Doktor geri adım atıp TARDIS’ten çıktı; “Ne, ne , ne?! Nasıl olur?”
“Ne, ne var ne oldu?”
Geminin kapısını bir kez daha açıp içine daldı. Bu seferde kendini Afrika’da aslanların ortasında açık büfe gibi dururken buldu. Aynı şaşkınlıkla geriye dönüp Donna’yı ve Pussar’ı TARDIS’e girmemeleri için çekiştirdi. Geminin kapısını kilitleyip bir kaç adım uzaklaştı.
“Haklı olabilirsin Donna. TARDIS gerçekten kafayı yemiş olabilir. Sanırım boyutsal tamponlar sorun çıkarıyor. İçine her adım atışımda bambaşka bir yere çıkıyorum.”
“Nasıl?”
Pussar TARDIS’in üzerine bir denklem karaladı. Ufacık yüzünü Donna’ya çevirip işte böyle dedi; “Zaman Lordu teknolojisi. İçi dışından büyük. Fark etmesen de geminin kapısında TARDIS’in içine açılan bir portal var. Aslında geminin içi bu kulübenin içi değil. Bu kulübe geminin içine naklini sağlayan bir solucan deliği ağızcığı.”
Doktor devam ettirdi; “Ve bir şekilde solucan deliğinin kafası karışmış. Diğer ucu alakasız yerlere açılıyor.”
Saçlarını parmaklarının arasına alıp olduğu yerde bir müddet döndü. “Burası” dedi Pussar’a; “Burası neresi? Şu anda neredeyiz?”
Pussar arızalanmış mekanik kolunun devrelerini kurcalıyordu; “Buraya Yalnız Gezegen diyorlar. Önceleri Neva galaksisindeymiş. Milyarlarca yıl önce Neva ile Andreyo gök adaları çarpıştığında yörüngesinden fırlayıp boş uzaya savrulmuş. Çevresinde döndüğü bir yıldızı yok. Bir gök adaya ait değil. Yapayalnız bir gezegen.”
“Demek böyle bir gezegene askeriye kurdular? Neden? Böyle bir şeyi niye yapsınlar. Bütün stratejik savaş noktalarına uzak. Üstelik ulaşım masraflarını saymıyorum bile.”
“Burasının askeriye olduğunu nereden çıkardın. Bir tımarhanedeyiz Doktor. Ama eğer illaki savaş istiyorsan, işte bir tanesi geliyor.”
Koridorun köşesine bir Dalek’in gölgesi düştü; “Yok et!”
Doktor hemen yoldaşının önüne atıldı. Pussar silahını çıkarıp tek atışla Dalek’in zırhını parçaladı.
Doktor anlamaz bakışlarla öne yürüdü; “İyi ama hala anlamsız. Bir tımarhaneyi neden buraya inşa etsinler? Üstelik bir Dalek’in tımarhanede işi ne!”
“Deli bir Dalek” diye düzeltti Pussar; “Aklını kaçırmış bir Dalek. Dahasıda var.”
“Ne demek dahasıda var?”
“Tımarhane bütün gezegenin yüzeyini kaplıyor. Binlerce koridoru, yüz binlerce odası var. Her koridorun giriş ve çıkışında portallar mevcut. Hepsinin varış noktası her geçişinde değişiyor. Her seferinde başka bir yere çıkıyorsun. Yani burada yolunu bulmak imkansız. 20 yıldır kayıbım. Oradan oraya geziniyorum ama henüz bir çıkış bulabilmiş değilim.”
Doktor ona göz ucuyla baktı; “Neden buradasın?”
Pussar cebinden çatal bıçak takımını çıkarıp cevap verdi; “Neden olacak. Yemekleri için.”
Doktor’u ve Donna’yı kolundan tuttuğu gibi Dalek’in yanına götürdü. Patlamış metal yığınının önünde diz çöküp dokungaçımsı uzuvlarından birini çatalıyla kesti ve ağzına attı. Dalek’in etini dilinde dolandırıp mest olmuş bir yüz ifadesiyle gözlerini kapadı; “Çekinmeyin, buyrun.”
Donna’nın midesi ağzına geldi. Kusacak gibi oldu. Doktor suratını buruşturup sağ ol dedi; “Biz gelmeden yemiştik.”
“Burada ya birbirimizi öldürüp yeriz, ya da açlıktan ölürüz ve birine yemek oluruz. Görevlilerin hepsi çoktan gezegeni terk etti. Burada tek kanun kendi vicdanımız.”
Pussar yemeğini bitirmiş, Doktor’la birlikte bir duvar dibine çökmüş konuşuyordu. Donna ise duvarlardaki denklemleri incelemekteydi.
“Zaman savaşından nasıl kaçtın?” diye sordu Doktor.
Diğeri; “Kaçmadım.” diye cevapladı; “Savaştım. Savaş bittiğinde ve Galiffrey yok olduğunda orada değildim. Yüce mahkemede hesap verdim. Zaman Lordlarının safında savaştığımız için gittiğimiz her yerde nefretle karşılandık. Ben ve ailem… Sonra bir şey oldu. Çalışmalarım çılgınca yerlere kayıyordu. Sonunda sonsuz bölünme hemşireleri akıl sağlığımı kaybettiğim yargısına vararak beni bu tanrının unuttuğu yere gönderdiler. Peki ya sen? Sen ne yaptın?”
Doktor’un gözleri yaşardı; “Ben mi? An’ ı kullandım.” Pussar’ın tüyleri diken diken oldu.
“An’ı kullandım” dedi zaman lordu; “Ve savaşa son verdim.”
“Özür dilerim.”
Donna parmaklarını denklemlerin üzerinde gezdirip; “Bunlarda ne?” diye sordu; “Bir fikrin var mı Doktor?”
Pussar; “Onları ben yazdım” dedi; “Ama ne olduklarını hatırlayamıyorum.”
Doktor gözlüğünü takıp denklemleri uzun uzun inceledi; “Bunlar bana bir yerden tanıdık geliyor Donna ama çıkaramıyorum. Fakat asıl olay bu değil. Asıl olay şu…”
Yere yatıp kulağını tabana dayadı; “Asıl önemli nokta şu ki; Pussar bu gezegenin bir güneşin etrafında dönmediğini söyledi. O halde neden donarak ölmüyoruz. Cevapsa ayaklarımızın altında. Bu gezegen çekirdeğiyle ısınıyor ama bu imkansız. Çünkü magma yüzeye ısıtacak kadar yakın olamaz. Eğer olsaydı gezegenin dış kabuğunu parçalaması gerekirdi. Ama nasılsa parçalamıyor.”
“Bunu ilk haftamda fark etmiştim. 20 yıldır nasıl olduğunu çözebilmiş değilim. Mantıklı bir açıklaması yok. Hem termodinamiğe, hem de jeolojiye aykırı.”
“Anlaşılan bir şey gezegeni koruyor.” dedi Doktor o her zamanki kısık, endişeli sesiyle.
“O zaman işini pek iyi yapamamış?”
Donna kaşlarını kaldırdı; “Anlamadım.”
Pussar cebinden tebeşirini çıkarıp yere bir takım şekiller çizdi; “Bu gezegen ve halkaları. Birkaç gün önce Siber parçalarından yaptığım bir sonarla uzayı tarıyordum. Neyi fark ettim biliyor musunuz? Bir göktaşı buraya yaklaşıyor. Hem de çarpışma rotasında. On dakika kaldı.”
Pussar çılgıncasına gülmeye, kahkaha atmaya başladı. Deliliği gözlerinden okunuyordu. “10 dakika” diyordu sürekli; “Düşünebiliyor musunuz, 10 dakika…” Doktor ve Donna donmuş kalmışlardı.
“On dakikaya ayrılmazsak ne olur Doktor? Belki bizi etkilemez?”
Doktor kaşlarını çattı; “Halkası olan bir gezegende bir meteor diğerlerini de yanında getirecektir. Sonumuz felaket olacak. Hemen gitmeliyiz.”
Yanındakileri kaldırdığı gibi peşinden sürüklemeye başladı. Koridorun sonundaki portaldan geçince tavanı daha alçak, duvarları solmuş, sıvaları akmış bambaşka bir koridora çıktılar. Donna kaygıyla bağırdı; “Doktor, nereye gidiyoruz?”
Doktor; “Bilmiyorum” diye yanıtladı; “Koşmak bir yaşam tarzıdır, kaçamayacak olsan bile.”
“Aman ne güzel. Öleceksek bile sağlıklı ölelim değil mi Usain BOLT!”
Önlerine bir grup Siberin çıkmasıyla hızlarını frenlediler. Doktor soniğini onlara doğrultup elleri kılıcının kınında, ölmeye hazır bir şövalye gibi en öne geçti; “Dinleyin beni, ne olursunuz. Gezegenin yok olmasına birkaç dakika kaldı. Ya beraber bir kurtuluş yolu ararız, y ada ölürüz!”
Siberler söz dinlemediler. Dakikalardır sarhoş gibi sallanmakta olan Pussar ciddileşip öne atıldı. Saldırıya başlamadan önce silahıyla Siberleri yok etti; “Yirmi yıldır buradayım” Gözleri mekanik koluna kaydı; “Bunu zor yoldan öğrendim, Siberlerle konuşulmaz!”
Gezegen sarsıldı, bir deprem oldu, yer yerinden oynadı. Bir duvar dibine çöküp sarsıntının geçmesini beklediler; “Bunlar öncüydü.” dedi Doktor; “En büyük darbeyi daha almadık. Meteor gezegenin kabuğunu parçalayıp uzaya savuracak. Gezegen içinde ne varsa uzay boşluğuna kusacak!”
Cebinden TARDIS’ın anahtarını çıkarıp gemiyle bağlantıya geçti; “Boyutsal tamponları bozulmuşken onu buraya getiremem ama…”
“Ama…”
“Ama protokol numarası sıfırı uygulayabilirim. TARDIS bir cep evren yaratıp kendini onun içine hapseder. Böylece biz öldükten sonra kimse ona ulaşamaz.”
Donna Doktor’un elini tuttu; “Yap o zaman.”
Doktor Donna’ ya özür diler gibi baktı; “Donna ben çok üz-”
Kadın adamı susturdu; “Sakın şimdi duygusallaşma. Seninle gelmeyi ben seçtim. Ölecek olsam bile pişman değilim!”
Ay büyüklüğünde bir meteor gezegenin atmosferine girdi. Yırtıcı bir gürültü dört bir yanı sardı. Gezegen yörüngesinden sapıp sarsıldı. Üçü ölmeyi bekleyen yavru kuşlar gibi gözlerini kapayıp oldukları yere sindiler. Kedi geliyordu. Bir kaç saniye sonra işleri bitecekti.
Doktor derin bir nefes alıp anahtarı kavradı ve protokol sıfırı devreye soktu. Gezegen sallandı. Meteorun gürültüsünü bastıran bir ses tüm atmosfere yayıldı. TARDIS’in sesi… Metalik bir gıcırtı kulakları sağır eden bir şekilde patladı. Koca gezegen bir hayalet gibi uzay boşluğundan silinip gitti. Bir karanlığın içinde kaybolup başka bir karanlığın içinde cisimleşti. Meteordan eser yoktu. Bütün sesler dinmişti. Sanki fırtına bitmiş, enkazlarla dolu şehre bir ıssızlık çökmüştü. Doktor’un gözleri kocaman açıldı; “Ne! Ne! Ne oluyor burada!”
Pussar ayağa kalktı; “Gezegen yer değiştirdi?”
“Meteoru gerimizde bıraktık ama nasıl?”
TARDIS tüm ihtişamıyla birkaç metre ötelerinde cisimleşti. Üzerinde yanık izleri ve beyazlıklar vardı, eskimiş gibiydi. Doktor meraklı bakışlar altında kulübesinden çıkıp Pussar’ı ve Donna’yı TARDIS’e soktu. Diğer Doktor şaşkınlıktan konuşamadı bile. Arkalarından TARDIS’e yürüyecekti ki Doktor Doktor’a üzgünüm dedi; “Seni TARDIS’e alamam.”
Sertçe kapıyı yüzüne kapadı; “Ne, ne, ne! O benim TARDIS’im. Benim TARDIS’ime beni nasıl içeri almam. Ne kadarda kabayım. Ne kadarda çekilmezim!”
Parmaklarını saçlarının arasına gömüp düşünmeye, olan bitenden anlam çıkarmaya çalıştı fakat her şey karman çormandı. Bu da yetmezmiş gibi koridorun köşesinden bir grup Sontaran çıktı; “Sontaran imparatorluğunun ihtişamı için ölmeye hazırlan seni pis sürüngen!”
Var gücüyle koridorun diğer tarafına koşmaya başladı. Bu seferde bir grup Dalek yolunu kesti. Bir yan da lazer tabancaları patlıyor, diğer bir yandan Dalekler ateş ediyordu. İki ateş arasında kalmıştı. Tavandaki dökülmüş sıva parçalarından gölgeler uzamaya başladı. Işıklar yanıp sönüyor, Vashta Nerada’ların gölgeden kolları üzerine uzanıyordu. Yapacak hiçbir şeyi, gidecek hiçbir yolu yoktu. Kaçacak yeri kalmamıştı. Üstelik kıskaç iyice daralıyordu. En fazla iki dakika içinde ölmüş olacaktı.
Gezegen bir kez daha sarsılıp eski yörüngesine geri döndü. Doktor dengesini kaybedip düştü ve başını demir bir kaideye vurdu. Çarpmanın etkisiyle kafasında bir düşünce canlandı. Duvarlardaki denklemler birden anlam kazanmaya başladı. Beyninde bir şimşek çaktı; “Ah salak kafam. Ben aptal Doktor’um. Ne kadarda aptalım! Bu Einstein-Rosen köprüsü titreşim kümelenmesinin denklemi. Nasılda hatırlayamadım! Pussar Albadin, hala eskisi kadar zekisin!”
Sonik’ini çıkarıp bazı ayarlamalar yaptı; “Eğer titreşimi artırır ve frekansı eşitleyebilirsem portalın titreşimiyle sonik’in titreşimi bir dişli mekanizması gibi birbirini kavrayacaktır. Bu da…”
Koridorun sonundaki portal ağızcığı TARDIS’in bulunduğu yere açıldı; “İşte bu kadar basit.”
Doktor mağrur bir ifadeye TARDIS’de ki boyutsal tamponları da düzeltip gemisinin içine girdi. Tehlikeden kurtulmuştu. Kapıyı kapatır kapatmaz nöronları elektriklendi; “Şimdi anlıyorum! Gezegeni sıcak tutan şey TARDIS’miş. Onu koruyan şey. TARDIS’i protokol sıfıra yönlendirdiğimde gezegende onunla beraber gitti! Meteorlardan bu sayede kurtulduk! Bunca yolu sırf Pussar’ı korumak için gelmiş!”
Bir kahkaha patlayıp konsol parçalarından birini öptü; “İşte benim kızım! Şimdi bu gezegenin doğuşuna gitmeliyiz!”
Konsolda bir o tarafa bir bu tarafa koşturarak TARDIS’i 6 milyar yıl öncesine götürdü. Kapıyı açıp manzarayı izledi. Binlerce meteor, gaz ve toz parçacığı boş uzayda sürükleniyordu. Doktor konsola koşup TARDIS’in harici yer çekimini yükseltti. Ardından kapı eşiğine geri döndü. Uzay boşluğunda sürüklenen taş parçalarının hepsi geminin yer çekimine kapılıp ona doğru yöneldiler. Birkaç saate kalmadan kulübenin yüzeyini taştan bir zar tabakası kapladı.
Doktor konsolun başında birkaç ayarlama yapıp kendini koltuğa bırakıverdi; “Isıyı ayarladım. Bundan sonraki 6 milyar yıl boyunca gezegenin merkezini oluşturacak ve gezegeni ısıtacaksın. İçerideki zamanı bir miktar büktüm. 6 milyar yıl bizim için yalnızca 6 saat gibi geçecek.”
Böylece milyarlarca yıl geçti. Gezegenin üzerinde yaşam yeşerdi, gelişti, savaşlar oldu, imparatorluklar kuruldu ve yıkıldı. Gezegen yörüngesinden fırlayıp boş uzaya savruldu. Üzerine yüz binlerce odalı yekpare bir labirent yapıldı ve en sonunda o an geldi çattı. O sonsuz labirentin içinde ölmeyi bekleyen diğer Doktor umutsuzca protokol sıfırı uyguladı.
Gezegenin çekirdeğindeki TARDIS şans eseri bunu algılayıp cep evrene geçiş yaparak gezegeni de beraberinde götürdü.
TARDIS’teki Doktor saatine bakıp koordinatları girdi .TARDIS milyarlarca yıl sonra ilk defa hareket etti. Doktor dışarı fırlayıp Pussar’ı ve Donna’yı içeri çekti. Kapıyı diğer Doktor’un yüzüne kapayıp içeriden kilitledi.
Donna sinirli bir suratla Doktor’a bir tokat yapıştırdı; “Sen ne yaptığını sanıyorsun! İçeri al onu hemen!”
“Donna, Donna sakin ol. Bir çıkış yolu bulacak çünkü ben buldum tamam mı? Ben onun gelecekteki haliyim. Beyninde şu anda bir kimyasal çorbası var. Ona öyle bir şok yaşatmasaydım belki de çıkışı asla bulamayacaktı!”
İkiliye uzun uzadıya başından geçenleri anlattı. Konuşması bittiğinde Pussar Donna’nın eline bir küp tutuşturdu. Gülümseyerek; “Al bunu.” dedi; “Beni aramak istersen bunu kullan. Sadece düşün yeter.”
Donna adamın elini sıktı; “Teşekkür ederim beyefendi.”
Pussar tebessüm edip kapı eşiğinde oturan Doktor’un yanına kuruldu; “Beni eve bıraksan iyi olacak.”
Doktor buğulu gözlerini yıldızlara dikmiş, öylece bakıyordu; “Yıldızlar ne güzel değil mi?”
“Bir de bana sor. O tımarhanede yıldızları görmeden yirmi koca yıl geçirdim. Yirmi koca yıl! Aileme kavuştuktan sonra teleskobumun başına geçmek için sabırsızlanıyorum.”
Doktor’un yüzüne bir karanlık çöktü; “Sana bir şey anlatmalıyım Pussar.”
Elini adamın omuzuna koydu; ” Hani ben bir tımarhaneyi neden öyle bir gezegene kurduklarını, bütün o güvenlik önlemlerini, tüm o yaratıkları sormuştum ya sana… Burası bir tımarhaneye hiç benzemiyor demiştim. Araştırmak için altı saatim vardı. Orası bir tımarhane değil, bir hapishane.”
Pussar’ın zihninde hatıralar canlandı. Gözlerinden yaşlar boşalıverdi; “Ben… Neyse, gidip eşyalarımı almalıyım. Gezegene yeniden iner misin? Çatıya mesela.”
“Nasıl istersen.”
TARDIS’in yokluğundan dolayı giderek soğumaya başlayan gezegendeki hapishanenin çatısına indiler. Birkaç metre ötelerinde bina son buluyor, onun ötesinde, yüzlerce metre aşağıda sonsuzluğa kadar kilometrelerce devam eden ızgara kapakları uzanıyordu. Pussar bir hızla dışarı çıkıp çatının kenarında durdu.
Doktor anlamsız bir ifadeyle sordu; “Pussar, ne yapıyorsun?”
Pussar kenara bir adım daha yaklaştı. Ha düştü ha düşecekti; “Hatırladım” dedi boğuk bir sesle; “Buraya neden düştüğümü hatırladım. Sen öyle söyleyince… Zaman Savaşından çıktığımızda ailem çok baskı görmüştü. Sonunda, sıradan, önemsiz bir günde karım buna dayanamadı. Kızımı da alıp bir akşam vakti intihar etti. Mahkeme bunu fırsat bilip suçu benim üzerime attı. Kızımın ve karımın katili olarak bu hapishaneye atıldım. Ne garip, insan neleri unutuyor!”
Doktor elini ileri uzattı; “Sakın yapma! Atlama, sakın. Beraber üstesinden geliriz!”
Pussar acı acı baktı Doktor’a; “Sen hiç senin yüzünden ölenlerin acısını çektin mi Doktor?”
“Onları sen öldürmedin Pussar!”
“Tetiği ben çekmedim ama şarjörü ben doldurdum. Sen bunun nasıl bir his olduğunu biliyor musun? İstemeden birini öldürmenin nasıl bir his olduğunu?!”
Doktor’un aklına toplu intihar geldi; “Evet” dedi yaşlı gözlerle; “Çok iyi biliyorum.”
“Öyleyse beni anlayabiliyorsun!”
“İnan bitmek zorunda değil. Dayanabilirsin, beraber dayanırız, beraber atlatırız. Yıldızlara çıkarız!”
Pussar zehir gibi gülümsedi; “Artık ben bir katilim Doktor. Yıldızlara bakacak yüzüm bile yok! Yıldızlara bakmaya utanıyorum!”
Arkasındaki uçuruma baktı; “Artık benim için tek bir seçenek var!”
“Hayır yapma!”
Çok geçti. Pussar yorgun bir kalple kendini boşluğa bıraktı. Doktor eski arkadaşının arkasından koşup çatının kenarında onun yüzlerce metreden düşüşünü izledi. Sanki bir film karesi gibi yavaşça düşüyordu aşağı. Dalekler gitmişti, Siberler gitmişti. Birçok tür tarihe karışmıştı artık. O eski ihtişamlı günlerden bir tek kendisi kalmıştı. Pussar’da gidince o büyük yalnızlığı hissetti. O büyük öksüzlüğü…
Göz yaşlarını silip Donna’ya tek bir kelime dahi etmeden TARDIS’i çalıştırdı. O mavi kulübe ışıltılı bir biçimde Pussar’ın çocuğunun odasında cisimleşti. Ölmeden bir gece öncesinde. Doktor uyuyan kızı uyandırıp onu TARDIS’e aldı. Boş uzaya, binlerce rengin iç içe geçtiği ihtişamlı bir Nebulanın önüne park edip eşikte kurduğu bir salıncakta kızı sallamaya başladı. Ölmeden önce çocuğa son bir iyilik yapmayı kendine borç biliyordu.
Bir an gözleri yıldızlara değdi. Sonra utançla bakışlarını kaçırdı. Hayatında ilk defa yıldızlara bakmaktan çekiniyordu. Pussar’ın sözleri aklına geldi; “Artık yıldızlara bakacak yüzüm kalmadı!”
Kızı tekrar yatağına bırakıp boş uzaya döndüler. “Garip” dedi Donna’ya dönerek; “TARDIS neler olacağını biliyordu. O yüzden bu gezegene geldi. Pussar’ı milyarlarca yıl korudu. Ama o öldü. Peki neden? Sonucunu bildiği halde neden bu kadar uğraştı?”
TARDIS gülermiş gibi bir ses çıkardı. “Neyse” dedi Zaman Lordu; “Sanırım bu da bir sır olarak kalmalı.”
Acılı bir iç geçirmeyle baktı Donna’ya. Yorgun kollarıyla konsoldaki kolu indirdi. TARDIS’in sinsi sinsi kıkırdadığına yemin edebilirdi…
Pussar ızgara kapağına çarptığını hissetti. Bütün bedeni paramparça oldu. Ruhu bedeninden söküldü. Dört bir yandan milyarlarca nano çip fırlayıp her bir sinirini, her bir damarını tekrar bağladı, bütün vücudunu tekrar birleştirdi. Bir bilgisayar ızgara kapaklarının arasından adamın ruhunu vücuduna üfledi. Pussar yeni doğmuş bir bebek gibi derin bir nefes alarak uyandı. Hiçbir şey bitmiş değildi. Her şey daha yeni başlamıştı…
Yazar: Abdülkadir Doğanay