Dünün biraz sonrasında yaşıyordu. Takvimlere karşı soğukkanlılığını asla koruyamamıştı. Düşen her yaprağın yasını tutacak kadar yalnızdı. Yalnızlığının dördüncü ömründe gözlerini mermerler arasında açtı. Bir şeyler hissetmek için tırnakları ile parmakları arasına bir tutam nefes aldı. Hissettiği ilk şey, toprağın tüm suretlerini bir araya getiren metalik kokusu oldu. Islak toprak kokusuna aşinaydı ama bu farklıydı. Anlam veremedi. Gözlerini etrafta gezdirmeye başladı. Ağaçlar, çiçekler, taşlar, anılar, gölgeler… Gözlerine pek çok şey takıldı. Neyse ki göz bebeklerini nasıl kullanacağını çok iyi biliyordu. Bulunduğu yere dair fikirler edinmeye çalışıyordu. Kulaklarını açmaya karar verdi. Havada süzülen sesleri birer birer içine çekti. Her birini duyuyordu. Bulunduğu yer her neresiyse epey kalabalık olmalıydı. Çünkü duyduğu sesleri ayırt etmekte zorlanacak kadar çok şey duyuyordu. Biraz evvel havada sakince süzülen onca ses bir anda bir araya gelip devasa bir top oluşturmuş gibiydi. Ve kafasının tam ortasında yer edinmişti. Duyduğu şeyleri net olarak ayırt edemese de neye ait olduklarını anlayabiliyordu. Bu bir kuşun sesi, bu küçük bir çocuk, bu bir ağaç olmalı, burada çokça insan var, bunu nerede duysa tanırdı; bir papatya…
Zihni bunca sesin arasında sağa sola savrulurken bir an için her şey bulanıklaştı. Duyduğu yüzlerce ses bir anda söndü. Yalnızca bir tek sesi duyar olmuştu. Dehşete düştü. Duyduğu ses zamanın içinde yüzercesine kulaklarına akıyordu. Göz bebekleri küçülmüş, kirpikleri sertleşmiş, dudakları gerilmişti. O ana dek böyle bir şeyi duymamıştı ve asla hayal edemezdi. Derisine batan mikroskobik kirpi yavruları hissediyordu adeta. Bütün o bulanıklığın içinde, kendi nefesini dahi duyamazken kulaklarından ayak parmaklarına kadar uzanan yalnızca tek ses vardı. Gözlerini etrafta iyice gezdirip o sesin kaynağına ulaşmaya çalıştı. Fazla uzak olamazdı, sesi oldukça yakından geliyordu. Gözleriyle görebildiği her noktayı dikkatlice inceliyor, ne olduğunu bilmese de onu arıyordu. Hızını kesmeden devam ederken bir çam ağacının ardında birini gördü. Bu o olmalıydı. Oradaydı, çam ağacının ardında duruyordu. Ağacın ardındakinin kim olduğunu görebilmek için sağa doğru bir adım attı. Yine de göremedi. Bir adım daha attı. Yeterli değildi. Tüm yaşamını gözünün önünde biriktirerek bir adım daha attı. İşte o an tıpkı seslerin sönmesi gibi, zaman da adeta söndü. Sanki kanı damarlarında ilerlemeyi bırakmıştı. Sanki kalbi kasılıp gevşemiyordu artık. Göz bebekleri tamamen küçülmüştü. Ve dünya da durmuştu. Gördüğü şeyin gerçek olduğunu biliyordu. Tüm hislerini yutkunup itiraf etmeliydi;
Ağlayan bir duman görmüştü…
Elleri, kolları, bacakları, gövdesi ve gözleri yoktu ama ağladığını biliyordu. Dumanın bütün hislerini duyuyordu. Soluk gri duman karşısında durmuş ağlarken kulaklarını sonsuza dek dikmeyi düşündü. Bu o ana kadar duyduğu hiçbir ağlamaya benzemiyordu. Öyle hüzün dolu, öyle derindi ki saçlarının uçları dahi titriyordu. Ne yapacağını bilemiyordu. Tamamen çaresiz hissediyordu. Kaçmalı mıydı? Yoksa dumana daha da yaklaşmalı mıydı? İkisine de yapamıyordu. Hareket edemiyordu. Bedeni tamamen kaskatı kesilmiş, ruhsuz bir heykeli andırıyordu. O anda kaskatı kesilen vücudu adeta paramparça olup etrafa saçıldı. Gözlerine hükmedemiyordu. Dumanın ağladığını duyması yetmiyormuş gibi bir de gözyaşını görmüştü. Böylesine büyük bir sarsıntıyı nasıl atlatacağını düşünürken dumanın ikinci gözyaşı toprağa doğru süzülmeye başladı. İşte o anda dünya o gözyaşının etrafında dönmeye başladı. Vücudu paramparçaydı ancak her zerresini hissedebiliyordu. Dumanın hüznü onu tamamen sarmıştı. Gözlerini bulabilse ağlayacaktı. Yere paramparça yığılmışken gözlerinin biri yeniden dumanı buldu. Sol gözü olmalıydı. Sağ gözü ise bedeninin geri kalanını seyrediyordu. Dumandan dökülen her gözyaşı ile birlikte sağ gözü kapanıp açılıyordu. Her kapanışında da gördükleri giderek bulanıklaşıyordu. Dördüncü gözyaşından sonra her şey tamamen bulanıklığa gömülmüştü. Hala paramparça hissediyordu. Dumanın hüznünü hala duyabiliyordu. Ama artık hiçbir şey göremiyordu. Sesler de siliniyordu. Her şey yok oluyordu. ancak hepsini derininde bir yerlerde hissedebiliyordu. Artık hiçbir şey göremiyor ve duyamıyordu. Fakat bir şeyler var olmaya devam ediyordu.
Bütün bunlar bir kırlangıcın kanat çırpma süresinde gerçekleşmişti. Önce kendini tanımadığı bir yerde bulmuştu, ardından bir dumanı tanımıştı. Bir şeyi ağlarken izlemek onu tanımak demekti. Ruhunun köşelerinde dumanın hüznünün izleri kalmıştı. Hiçbir kahkaha ile silinemeyecekti. Bedeni tek parça hale gelse bile, kendi içine düşürdüğü parçasının eksikliği her zaman onu sarsacaktı. Artık ne dünyayı eskisi gibi döndürebilirdi, ne de göz bebeklerine hükmedebilirdi…