Bilinmezliğe koşmak istiyorum.
Bilinmezlik, bu evrenin bilmem kaç yüzüncü günahı…
Parmak uçlarım sızlıyor.
Gökyüzünün, ah kahretsin! Unutuyorum üçüncü tonunu…
Büyük kuşlar için şimdi, göç zamanı geldiğinde,
Büyük kuşlar için, yani taa Viyana’ya,
-Ki en az bir kere bile gitmişliğim yoktur.-
Tren garını, halk meydanını, belediye meclisini bilmem.
Veyahut, orta beden kadınlarının,
Saçlarında dalga dalga süzülen röflelerini ve
Asfalta düşürdükleri ince topuklarını.
-Ki onlar ince fakat sert olabilirler pekala.-
Belki de narin bileklerinde salınan kırmızı rugan çantaları ile…
Her neyse. Ne diyordum? Fakat siz yine de aldırmayın bana.
Zira en az bir kere bile gitmişliğim yoktur Viyana’ya…
Şimdi, gecenin üçüncü rengi gelip çatıyor,
Ben bu mısraları tamamlamak için ölmüş olabilirdim pekala.
Ah gecenin üçüncü rengi gelip çatıyor,
Bu, evrenin bilmem kaç yüzüncü sırrı
Ben, bu mısraları tamamlıyorum ve
Kayboluyor mutlu su kafiyeleri…
Veyahut yetim bir babanın,
Bakışlarında buluşuyor lal rengi dizeler…
Ah, olmazsa ne olur siz söyleyin bana,
Hangi şiir teselli değildir ruhun sonlanmasına?
Ve hangi deli arzulamaz ki gerçeklikten kaçınmayı?
Rica ederim söyleyin, güzel hanımefendiler
Ve centilmen beyler…
Bu, gündüzle yüzleşmek değil midir?
Bu, Pandora’nın kusurlarını örtmek…
Veyahut tekrar kaybetmek gecenin üçüncü tonunu.
Döndürmek büyük kuşların göçünü, yani taa Viyana’dan.
Ki, rica ediyorum inanın bana,
En az bir kere bile gitmişliğim yoktur Avrupa’ya.