Saat 5’te olan Uygarlık Tarihi dersim 7 buçuğa yani ikinci öğretimlerin ders saatine sarkmıştı. Hem dersi hem de dersi veren hocayı sevdiğimden dersi, ders saatine kadar kantinde oturup sigara içmekle bekledim. Ders saati geldiğinde benimle birlikte bir iki sınıf arkadaşımla birlikte dersin olacağı amfiye doğru ayaklandık.
Ders henüz başlamıştı içeri girdiğimizde.
Arkadaşlarım ön sıralara yerleşirken, ben -ders slayt ile yapıldığından tahtayı daha iyi görebilmek için arka sıralara doğru hareketlendim. Herkesin arkasında sıranın sol ucunda tek başına oturan bir kız vardı. Sınıfın karanlık olmasından dolayı yüzünü tam görememiştim. Sıranın en sağ ucuna oturup derse odaklanmaya başladım ben de.
Tahtaya vuran slayt ışığı herkesin gözlerini kamaştırıyordu.
Karanlığa alıştıktan sonra gözlerim, yanımda oturan kızın güzelliğini henüz fark ediyordum.
Ancak gözlerimi tahtaya dikmiş, kulaklarımı da hocaya vermiştim. Benim için o an önemli olan tek şey dersti.
Aptalcaydı, biliyorum ama kahrolası okul işte, o an önemli olan oydu.
Neyse.
Sola bakmamama rağmen yanımda oturan kızın kafasının iki de bir sağa ve tekrar öne döndüğünü fark edebiliyordum ama. O önüne döndüğünde bu sefer ben ona dönüp bakmak istedim. Göz ucuyla sola dönüp baktığım anda beni benden alan bir güzellikle karşı karşıya geldim. O anda içim serin bir ürperti ile dolup taşmış, kalbim sırıtmaya başlamıştı.
Güzellikten öte bir şey vardı sanki.
Bir tutku, bir özlem ya da geçmişe uzanan bir hayal. Evet, bir hayal: Daha toy iken hep böyle bir kadın arzular, düşlerdim.
Geçmişe yolculuk yapmama neden olacak kadar etkilenmiştim.
Bembeyaz tenine Sibirya kurduna yüz çeken gözleri damga vuruyordu. Kumral saçlarının arasına sanata bulanmış turkuaz mavisi serpiştirilmişti. Küçücük burnuna soğuktan solmuş koyu kırmızı dudaklar ve hafif şişkin, tam ısırmalık yanaklar eşlik ediyordu. Güzelliği, kelimelere yüklenemeyecek kadar ağır ve egzotikti. Güzelliğini hiçbir kelime ile izah edemeyecek kadar zavallı bir durumdayım şuan ama doğru kelime olmasa bile fevkeladenin fevkinde bir güzelliğe sahipti.
Tanrım, dedim, bunca ay ben bu şaheserini nasıl olurda görememişim.
Zor da olsa tekrar tahtaya döndüm ancak aklım onda kalmıştı.
Farklı, uzaklardan gelmiş, hiç yaşamadığım, daha önce hiç rastlamadığım yabancı bir his, bir duygu ile heyecan kusuyordu içim.
O anda düşünmeye başlamıştım bile; onunla birlikte geçireceğim vakitleri, yaşayacağımız anları.
Tam o esnada aramızda bulunan 3-4 sıranın boş olmasından faydalanıp sıraların üzerine yüzükoyun uzanmaya başladı.
Başı dizlerimin hemen dibindeydi.
Sadece saçlarına bakıp güzelliğini görebilirdiniz.
İstemsiz bir şekilde saçlarına uzanıp okşayabileceğimden korkup ellerimi göğsümde birleştirdim; ne olur ne olmaz, gözetim altında olsunlar diye.
Yarım saat boyunca uzanmıştı, birden kafasını kaldırıp uykulu gözleri ile bana baktı ve “Saat kaç oldu?” diye sordu. “Sekize çeyrek var” dedikten sonra üfleyip tekrar karanlığa gömdü beni benden alan gözlerini.
Saçlarına bakmayı sürdürüyordum.
Bilinçsiz bir şekilde dersten kopmuştum. Gözlerimi tahtaya diktiğimde bile yazılar bana çok bulanık görünüyordu; onu düşlüyordum. İçimde birbirinden tatlı duygular cirit atıyordu. Ve bu durumu garipsemeye başlamıştım. Uzun zamandır böyle hissetmemiştim çünkü.
Az sonra ders sona erdi.
Sırtından silkeleyip uyandırdım ders bitti diye.
Herkes yerinde oturmaya devam ediyordu, sadece ben ve o dışarı çıktık.
Koridor boyu yanyana yürüdük.
Ona dönüp konuşmak, tanışmak, en azından “Merhaba, ben Hüseyin” demek istedim ama dilim bir türlü dön(e)medi.
Afallamıştım.
Kendime hakim olamıyordum.
Özgüven ayaklar altındaydı.
Kantine doğru yol alırken, gecenin karanlığında kimsecikler görünmüyordu.
İkimiz vardık sadece.
Önümde ilerlerken onunla nasıl konuşacağımı düşünüyordum. Birden sol taraftan gelen ev arkadaşlarımın uzaktan bana seslendiklerini işittim. Kız onları gördükten sonra dönüp içeri geçti, birbirimize tek bir kelime etmeden. Arkadaşlarıma bayağı bir öfkelenmiştim o anda ama olan olmuş, avucumun içinden kaçmıştı kız. Arkadaşlarımı sövmek içimdeki ateşi körüklemekten başka bir sikime yaramıyordu, o yüzden bu olay hiç yaşanmamış varsayıp eve doğru boynubükük bir şekilde yürümeye başladık.
Bir gün yine okula giderken bir kız arkadaşı ile önümde belirmişti.
Kolumda resim çantam, üzerimde askeri pantolon ve gri palto, gözlerimde ismi pek önemli olmayan bir arkadaşın tabiri ile kaynakçı gözlüğüm ile havalı göründüğümü düşünüyor, iyi hissediyordum.
Kendimden emin ve kararlı bir şekilde yüremeyi sürdürdüm.
Pijamaları ile çok tatlı görünüyordu.
Aramızda fazla mesafe yoktu.
Sola dönüp beni fark ettiği anda kapuşonunu kafasına geçirip adımlarını hızlandırdı ve önümden geçip gözden kayboldu.
Sevinmiş ve büyük bir zafer kazanmış gibi bıyıklarımın altından pis pis sırıtmaya başlamıştım.
Bu davranışla bana karşı bir şeyler hissettiği kesinleşmişti çünkü, yani en azından kendimi bu şekilde tatmin ediyordum. Hiçkimse hoşlandığı birinin karşısına dağınık çıkmak istemezdi, öyle değil mi?Ama benim anlamadığım, neden hep biz erkekler ilk adımı atmak zorunda bırakılıyorduk. Tanıdığım yırtık kadınlar var mesela, istediği erkeğe sahip olmak için ellerinden geleni yapıp, erkeği bir şekilde ayarlayan. Bu işin sırrı ne diye sormuştum hatta bir kadına, “Ben” demişti, “arzuladığım ve birlikte olmak isteğim bir erkek ile karşılaştığım zaman direkt belden aşağı vururum”. Erkeği düşündüm, yani erkeği ele alıp onu bu gibi bir durumda düşündüğümüz zaman, aslında bu, onun için hiçbir şekilde “reddemeyeceği bir teklif”tir. Ve gayet tabii, hiç tereddüt etmeden kendini kadının kollarına atacaktır. Ama sözkonusu kadındı abi, yani Tanrı bile onları yaratırken en ufak bir bilgisi yoktu, ne ile uğraştığının farkında değildi, kendine gelip ellerinden çıkan bu ne idüğü belirsiz şeye bir anlam vermeye başladığı zaman da, kadın çoktan zincirlerini koparmış, varlığını kabul ettirmiş ve artık önüne geçilmez bir hal almıştı bile. O yüzden onlara ve yaptıkları şeylere bir anlam vermeye çalışmayın, onları anlamak için zavallı beyinciğinize zahmet verip onu yormayın.
Neyse, Sibirya Kurdu’muza dönelim.
Ertesi gün kantinde karşılaştık.
Ben arkadaşlarımla bir masada, o arkadaşları ile bir masada oturuyor, kahkahalar atıyordu.
Çok mutlu görünüyordu.
Karşı karşıya oturuyorduk.
Gözlerini kaçırıyordu benden.
Bir zulüm gibiydi.
Onunla burun buruna gelip gözlerine dalmak ve sevişmek için can atıyordum.
Konuşmak istiyordum ama o geceden sonraki gün ikinci öğretimden bir arkadaşıma sormuştum bir arkadaşı var mı diye, “Sürekli takıldığı biri var” demişti, “ancak sevgilisi mi, normal arkadaşı mı bilmiyorum” diye eklemişti.
Ret edilmek umrumda değildi ama istemediğinden dolayı ret etmesini, ‘benim bir sevgilim var’ ret etmesine tercih ederdim. En azından kendimi tartmış olurdum diye düşünüyordum. Böylesine tarifi imkansız bir güzelliğe sahip bir kadının beni beğenebileceği, benden hoşlanabileceği kadar iyi miydim gerçekten? Kendimi beğenmekte haklı mıydım acaba?
Cesaret edemiyordum hala ve vakit aleyhime işliyordu. Böyle bir kadını asla yalnız bırakmazlardı çünkü. Her gün bu sefer kesin konuşacağım diye kendimi koşullandırırdım okula her gittiğimde ama bir türlü cesaret edip konuşamadım. Aslında cesaretten ziyade, sevgilisinin olup olmadığını bilmediğimden kaynaklanan gereksiz bir endişeydi bu. Ne ben sevgilisi olup olmadığını araştırdım, ne de o herhangi bir adım atmadı.
Ta ki geçen gün çizim derslerinden birinin ortak final sınavında saçlarını okşayıp, başından öpen meymenetsiz bir çocuk ile görenedeğin.
Ama hiç umrumda olmamıştı, nedense.
Göz kamaştıran güzelliğini hak etmeyen birine adamasından mı yoksa içimde alev sandığım şeyin bir kibrit çöpünden ibaret olmasından mı, bilemiyorum, o dakika soğumuştum ondan.
Sınavımı verip direkt eve gelmiştim.
Yalnızlığa mahkumdum ben, yalnız olmalıydım, yalnız olmalıymışım.
Neden ama?
Yalnızlıktan şikayetçi değildim ama bir insan biri(leri) ile birlikteyken de yalnız olabilir, yalnızlık ile arasına kimseyi almayabilirdi. Kutsal bir vergidir çünkü yalnızlık. Herkes yalnız kalabilir ama herkes yalnız olamaz, yalnızlık ile yaşayamaz, onunla vakit geçirip konuşamaz, içemez, sevişemez.
Yap(a)madığımımı sanıyorsun.
Yanılıyorsun, bir ara uğra bana, seni onunla tanıştırayım. Eminim sen de onu çok seveceksin.
Ancak şunu tekrar belirtmekte fayda var ki; hiç bir kalıba sığmayan, Tanrı’nın boş bir anına denk gelen enfes mi enfes bir güzelliği vardı Sibirya Kurdu’mun.
Bir gün yaptığım bu saçmalık yüzünden çok pis dalacağım özgüvenime.
Ve emin ol, o gün yakındır.