Bir an gelir. Gecenin bir vakti. Ya da günün herhangi bir saati. Önemli değil. Bir masaya oturursun, ya da belki yatıyorsundur. Bu da önemli değil. Aslında bu an, bir şey dışında diğer anlardan hiç de farklı değildir. Bu anı, saçma sapan yaşamının diğer önemsiz saniyelerinden farklı kılan bir şey var. O an bir resim görürsün, bir ses işitirsin, ya da bir hayal kurarsın. Önemli değil. Ne şekilde olursa olsun, bir şeyler bulduğunu, içinde bir şeylerin değiştiğini hissedersin. Dank eder bir an. Aslında o iğrendiğin her bir saniye, bir başkasının hayatının geri sayımıdır. Belki senin de. Yaşamın, yaşamanın, soluk alabilmenin biraz da güzel olduğunu acıyla hatırlarsın.
Beni zorlayan, bu sefer bu. “O an”ımdayım. Bir masanın başındayım. Sağ elimde ucuz bir kalem. Hiç bir zaman anlatamayacağım, aktaramayacağım hisleri tarif etmeye çalışıyorum. Kime? Hiç bir zaman anlayamayacak olan sana. Biliyorum, bencilce. Aslında anlatmaya falan çalıştığım yok bir şeyleri. Sadece içimdekileri-bir kısmını da olsa-söküp atmaya, çıkarmaya çalışıyorum. Her saniye beni kendine çeken insanlığımın pençesinden sıyrılmanın bir yolu bu. Seni görünce,bir insan görünce hissetmek istemiyorum. Acımak, üzülmek istemiyorum. Bir insan olarak, benimle aynı olan, düşünebilen, hissedebilen bir varlığa acımak istemiyorum. Bu duyguların yükünü biraz olsun üzerimden atabilmek istiyorum. İşin komik tarafı; bu duygulardan nefret ediyorum.
Aşk. Komik. Bir kadının gözünden kalbine gitmek. Gözünün içine bakınca kendi varlığının yok olması. Karşısındayken değil, hayali canlanınca ellerinin sırılsıklam olması. Ne kadar saçma bir duygu çarpıtması. Evet, sen de, ben de hep bir kadına, hep bir erkeğe aşık olduk. Ne kadar saçma olduğunu şimdi görebiliyor musun? Biz hep “onu” sevdik, ona şiirler yazdık, ona gül aldık. Onun bir kez olsun gülümsemesi için dünyaları verebilirdik. İğrenç. Biz, çoğumuz; hiçbir insana aşık olmadık. Bir insana değil, “insan”a, insanlığa tapamadık. “O”na şiirler yazamadık. Her duyguyu, her insana karşı hissettik. Nesnelere, ihtiyacımızı gören, işimizi kolaylaştıran nesnelere karşı, yaşayabilmemiz için sahip olmamız gerektiğini düşündüğümüz özelliklere, kavramlara karşı… Paraya, güce, beğenilmeye aşık olduk, onlara taptık. Şeytanla evlendik. Çocuklarımız, şeytanın çocukları, geleceği sahiplendi; onu kendinin sandı. Olmayan geleceğini, duygularını insanlığı sattı. Çünkü biz bu birlikteliği başlattık, biz duygularımızı basitleştirdik.
Kadına bakarken, ya da adama, onun da bizi görmesini istedik. Kendimizi insanlığın içinde göremedik. Birbirimizin kafasına mermiler sıktık, yetmedi bombalar attık. Severek, isteyerek, saçma nedenlerimizi öne sürerek katliam yaptık, birbirimizi kırdık geçirdik.
Bir çocuğun gözündeki bir damlanın dünya olduğunu tam şimdi, bu anda görüyorum.
Aşkın, sevginin alınıp verilebilir bir şey olmadığını artık anlayın! Hepimiz yalnızız,belki de olmayan mutlak amacımızı arıyoruz bu ıssızlığın içinde. Ama artık gör, sevgiden meydana geldiğini; etten, kastan, kemikten, paradan, markadan, “aşk”tan değil.
Hep düşünürsün, bilirim; kendini, paranı, sevgilini, işini, okulunu, tatili, yemeği… Ama gel de, bir kere o iğrenç yaşamını durdur. Gel de bir kere “düşün”; sevgini, sevmeyi.