Sıradanlıktan haz etmediğimi küçükken elime kına yakmaya çalıştıklarında kavramıştım. O zamanlar daha 3,5 yaşındaydım. 3,5 yaşında erkekliğe adım atmanın iddiasından çok, elimdeki kına canımı yakmıştı. Rengini sevememiştim bir türlü. Sırf adet diye olmadık bir şeyin ele sürülmesinin büyükler tarafından haklı sebepleri vardı elbette ama ben o an için, o haklı sebeplerin hiçbirine itibar edemediğimden, yapılanı saçma bulmuş ve avazım çıktığı kadar ağlamıştım. Neyse ki bu travmayı çabuk atlattım.
6 yaşına geldiğimde en yakın arkadaşım dedem olmuştu. O bana savaşları anlattığında atlının üzerindeki süvari oluyor, Turan taktiğini beynimde resmediyordum. O zamanlar en sevdiğimiz oyun haritadaki ilçenin hangi ile ait olduğuydu. Körebe, saklambaç gibi oyunlar oynamadığımı iddia etmiyorum elbette ama beni pek sarmıyordu çünkü ben büyüklüğe özeniyordum.
10 yaşında ele avuca sığmaz bir Atatürkçüydüm. Milli görüşçü amcama, Sosyal Bilgiler dersinde ne öğrendiysem hepsini tek tek sıralar, Atatürk’e laf söylemeye çalıştığında da, tüm bilgiçliğimi ele alarak onu mat ettiğimi zannederdim. 28 Şubat Dönemi’ydi ve ben o zamanlar irtica karşıtı popülist bir yurtseverdim. Toplum beni inceden inceye bir forma sokmaya başlamıştı bile.
Abimden gördüğüm şiddetin de etkisiyle ergenliğim son derece sancılı geçmişti. Lisede, herkese, her şeye muhalif oluyor, oldukça agresif ve kavgacı bir tutum sergiliyordum. Popülarite denen şeyden nefret etmeye başlamıştım; çünkü o güne kadar kaymağını yediğim popülarite, kişiliğimin oturduğu o zorlu dönemlerde benim için en büyük düşman haline gelmişti. Değer yargılarıma, düşünce sistemime ters gelen her şey, popüler kültürün olmazsa olmazlarıydı ve ben düşünen ve düşündüğünü konuşmayı seven bir insan olarak şekle karşı gelen bir idealist olmaktan öteye gidemiyordum. Sonucunda da sevilmeyen, hakir görülen biri olup çıkmış, yalnızlığıma gömülmüştüm.
Üniversiteyi kazandığım yıllar benim için bir kurtuluş umuduydu. Gittiğim yerde ön yargılardan uzak bir şekilde kendimi ifade edecek, benim gibi düşünen insanlarla karşılaşacaktım. Nitekim o insanları bulmam uzun sürmedi. Güzel bir sevgilim de olmuştu, beni çok iyi anladığını düşündüğüm bir dostum da. Ve ben o zamanlar, kişiliğimi insanlara kabul ettirdiğimi ve kendime has bir dünya kurduğumu zannediyordum. Kankamla Bahçeli’den Dikmen’e soluksuz muhabbet eşliğinde yürüyüşlerimizi, sabahlara kadar yaptığımız derin analizleri kutsuyor, güzel sevgilimi koluma takıp, ahmak ıslatan yağmurlarında öpüşerek, dosta düşmana çalım atıyordum.
Ama o zamanlar bilmediğim ve yeni yeni öğrendiğim bir şey vardı. Heraklitos’un” insan bir derede yalnız bir kere yıkanır, ikinci defa o dereye girdiğinde ne dere aynıdır, ne de sen aynısındır” felsefesini küçük görmüştüm ve küçük gördüğüm her şey gibi bu da bana kapak olmuştu. Köydeki tiktak öten saatin ve saat başı haberlerinden sonra Türk sanat musikisi çalan o radyonun sesi kesildiğinde benim ilk arkadaşım olan dedem ölmüştü. O yıl benim için milattı. Aynı zamanlar, sevgilimle ayrılmış, dostumla da bozuşmuştuk. O güne kadar kurduğum ve mükemmel bir gerçek olarak bulduğum hayat felsefem yerle yeksan olmuştu. Psikolojim bozulmuş, içime kapanmış, internet dünyasında kendime teselli bulmaya çabalar duruma gelmiştim.
İnternetin bana kattığı en temel şey kitaplar oldu. Hezeyanlarımdan, çelenkler yapıp sattığım o günlerde, benden ve herkesten farklı düşünen insanları görüp, “bunların olayı ne acaba?” diye sorgulamıştım. Baştan savunma mekanizmalarımı ortaya çıkartmış çoklukla rasyonelleştirme ve yadsımanın dibine vurmuştum. Ne kadar hırslı olduğumu, yalnızlıktan tarumar olup çaresizlikten ağladığım zamanlar fark etmiş ve her ağlayabildiğimde, hayatımda köklü değişikliklerin olduğunu gözlemlemiştim.
Yalnızlığın senfonisini çaldığım o kara gecelerimde artık yeni dostlarım vardı. Lisedeyken, okumadan da yapabilirim dediğim anlar aklıma geliyor, kendimi bilmezliğimle fütursuzca dalga geçiyordum. Mum ışığında kitaplar yazmaya çalışan ve toplum tarafından ezik olarak nitelendirilen Dostoyevski’nin hayatına misafir oluyor, babasından her gün dayak yiyen Bukowski’yle hayata karşı ağza alınmaz küfürler ederek desarj oluyordum.
İçsel enerjimi, yumruklarımı sıkarak gösterdiğim o günlerde Konur’daki Öykü Kitapevi’nde en sert kahveler eşliğinde, en sert kitaplarımı bitirmiş, Ankara’nın o lanet otobüslerinde her gün irili ufaklı bi paso kavgası ederken, insanların gürültüsünden etkilenmeden okuyabilmeyi ve bundan zevk alabilmeyi öğrenmiştim. Labirent gibi olmuş Dikmen minibüs kuyruğunda saatlerce sıra beklerken, insanların sevinçlerini, pişmanlıklarını, acılarını, yılgınlıklarını seyretmek en büyük hobilerim haline gelmişti.
Farklı bir düşünme yapısına sahip olmam, ideallerimin ve hayattan beklentilerimin değişmesi uzun sürmedi. Sanki o geçen iki senede bir başkalaşım geçirmiştim. Hayata olan bakış açım tümüyle farklılaşmış, insan seçimlerinde hep özel ve müstesna olandan yana bi tutum sergilemeye başlamıştım.
Artık, ilk aşkımla mütemadiyen akşam yemeğini yediğimiz o salaş dürümcüde, son aşkımla son yemeğimi yemek, çocukluktaki aşkımla evlendiğim gün dans etmek gibi toplum için abes olan isteklere sahiptim. Evde kıçımın üstüne oturmayı marifet zanneden ben, alabildiğinde gezmek, yeni yeni yerler keşfetmek, kültürler tanımak istiyor, biri bana adres sorup tarif edebildiğimde içim aykırı bir sevinçle doluyordu. Otizmli bir çocuk benimle göz kontağı kurduğunda ağlamaklı oluyor, Kanlıca’da yoğurt yiyip, balık tutan küçük çocukları izlediğimde huzur buluyordum. Samsun’da kış günü sahilde sabahlamayı seviyor, yurdun kantinindeki yoksul amca biraz para kazansın diye gecenin on ikisinde tavuk ekmek yiyordum.
Benim için en karşı konulmaz değişim yazmak alanında olmuştu. Küçükken kompozisyon yazmamak adına fellik fellik sorumluluktan kaçan ben, şimdi yazmadığımda 40 yıldır sevişememiş bir abazan, 10 gündür esrar bulamamış bir müptela gibi hissediyordum. Yazdığımda üstümdeki yükü atıyor, derin bir oh çekiyordum. Toplumun içinde gizlemek zorunda kaldığım neyim varsa açığa seriyor, kendi sesimi dinliyordum.
Mutluluğu ve huzuru bulduğumu hiçbir zaman iddia edemem hatta hayatı sevebilmeyi, daimi bir mutsuzluğun içersinde bir mutluluk çıkarabilme becerisi olarak görürüm. Ama varoluşumun gerçeklerini özümseyebildiğim,kendimi tanıdığım ve bu fırsatı yakalayabildiğim için rahatım, en az bin bir zorlukla doğurduğu çocuğun sağlıklı olduğunu görebilen bir anne kadar.