”Şu dünyada tek acı çekenin sen olduğunu zannediyorsun” dedi gözlerimin içine bakarak. Bu bir soru değil ithamdı. Ben söylediği sözün keskinliğini algılamadan önce etrafıma baktım. Bunu köhne bir barda, içtiği ucuz biranın etkisiyle söylemiş olsa anlayabilirdim; ama biz kıytırık bir pastanedeydik ve sonu gelmeyen bir kavganın içinde de değildik üstelik. Daha geleli yarım saat olmamıştı ve biz sadece sütlaç yiyorduk. O zaman onu kızdıracak bir şey söyledim diye düşündüm; ama bu da mümkün değildi. Çünkü o böyle bir şey söylemeden önce ben sütlacı neden fındıksız yediğimi anlatıyordum.
”Şu dünyada tek acı çekenin sen olduğunu zannediyorsun” demişti gözlerimin içine bakarak ve bunu çok sakin bir ses tonuyla, sıradan bir şeymiş gibi söylemişti. ”Canım şu tuzluğu uzatır mısın” der gibi sıradan. Gerçi sütlaç yerken böyle bir şey söylemesi de saçma olurdu; ama biz sadece sütlaç yiyorduk lan nerden çıkmıştı bu gereksiz itham.
Keşke böyle bir şeyi telefonda söyleseydi. Hiç söylemeseydi iyiydi ama en azından telefonda söyleseydi. En fazla telefonu yüzüne kapatırdım. Hayır. En fazla küfreder öyle telefonu yüzüne kapatırdım. Hayır, hayır. Önce küfreder sonra telefonu duvara fırlatır kendiliğinden yüzüne kapanmış olurdu. Ya da ona önce daha beni bir kaç aydır tanıdığını, bana bu sözü söyleyecek cesareti nerden bulduğunu sorar, küfreder, telefonu duvara fırlatmamla yüzüne kapanması aynı ana denk gelirdi.
Sahi bana bunu deme cesaretini nerden bulmuştu? Daha tanıştığımız gece ona bütün hayatımı anlatmamdan mı? Her konuşmamızda ona anlattıklarımı başkasına bu kadar rahat anlatmadığımı belirtmemden mi? İyi de ben aslında ona anlattıklarımı bana daha yakın insanlara da anlatan biriydim. Hem onlar bunca yıldır beni tanımalarına, dinlemelerine rağmen böyle bir şey söylememişlerdi. Hem böyle bir şey kavgada bile söylenmezdi ki. Yoksa söylenir miydi? İyi ama ben kavga eden biri değilim ki. Etrafımdakilere söylenip söylenip, sürekli şikayet eden, eleştiren biri olabilirim kabul; ama bu tek başına bir eylem olduğundan kavga sayılmazdı ki. Öyle bile olsa bu söz kavgada bile söylenmezdi ve biz kavga etmiyorduk, sadece sütlaç yiyorduk.
”Beni dinliyor musun” diye elini salladı yüzüme doğru. İşte bu bir soruydu ve artık konuşma sırası bendeydi. Derin bi nefes alıp söze girdim. ”Dudağının kenarını silsene süt kalmış. Benim de sütlacı fındıklı yememe sebebim dişlerimin arasında fındığın kalması” dedim. Yüzüme o kadar boş baktı ki ömrü boyunca en anlamsız şeyi duyduğunu düşündüğüne yemin edebilirim. İçimden nasılmış lan diye bağırmak gelse de müdavimi olduğum pastanenin çalışanlarına ayıp olurdu. Zaten söylediği şeye karşılık tekme tokat dalmadıysam bir karşımdakinin kadın olmasından iki buranın sütlacının güzel olmasından.
”Ben sana ne diyorum sen bana hala sütlaç diyorsun” dedi. ”Harbi lan sen ne diyorsun? Biz buraya iki laf etmeye, tatlı yiyip tatlı konuşmaya, belki bir kaç aydır aramızdaki bu cnm, canm durumunun canıma, aşkıma evrimleşmesini sağlamaya geldik sen ne diyorsun? Bak kızım, bana bunu bu zamana kadar ne kardeşim, ne kardeş dediğim arkadaşım, ne bilim ne kapıcı Cemal, ne bakkal Hikmet dedi, sen kim oluyorsun da bana bunu diyorsun? Ne oldu iki gece sabahladık, üşüdün ceketimi verdim, yetmedi elini ısıttım, dolmuşa bindirip gidince haber ver dedim diye mi bu cesareti buldun lan kendinde” demek isterken ”ben sadece şaşırdım söylediğine” dedim.
”Neyine şaşırdın ki” diye sordu yine sakince, sanki o sözü söylememiş, söylemiş olmanın gerektirdiği mahcubiyeti yaşaması gerekmezmiş gibi, tuzluğu istercesine. ”Ben seninle paylaştıklarımdan bunu çıkaracağını düşünemedim, kaldı ki bana böyle bir şeyi söylemeye hakkın yok, hem de bana bunu yakın çevremden eşim, dostum söylememişken bunca zaman.”
”Çünkü ben gerçekçiyim. Onlar da söylemek istemiş söyleyememişlerdir.”
Harbi mi lan? Olabilir miydi? Abim der miydi yani? Küçüklüğümüzden beri giydiğinden, sürdüğü arabaya her şeyini kullandım diye böyle bir şeyi der miydi? Olmaz öyle şey. Daha geçen arabasını çarptığımda canın sağ olsun diyen abim lan. Yoksa halam mı derdi? Annemle babam ne zaman iş için şehir dışına gitse beni halama bıraktılar diye der miydi? İyi de anne yarısı teyze olmasına rağmen, halam sürekli ”ben senin yarı annen sayılırım” demez miydi? Hem bana sütlacı sevdiren halam. Yok lan halam da demezdi böyle bir şey. Acaba Orhan mı derdi bunu? Lan Orhan karımla boşandığım gece içip içip kafanı şişirdim, evinin ortasına kustum diye insan der mi lan en yakın arkadaşına bunu? Ulan üniversitede sen değil miydin karımla aramızı yapan? Saçmalama oğlum Orhan bu, o da demez. O zaman geriye tek bir kişi kalıyor. Kapıcı Cemal. Bak o hırt diyebilirdi işte. Ekmek aldırıp sonra unutmuşum sigara da alıversene dediğimde nasıl da içinden küfrettiği belli olurdu yüzünden. Lan Cemal seni yöneticiye diyeyim de gör bak daha kaytarabiliyor musun işten? Ne yani? Böyle bir gerçeği bana kapıcı Cemal mi diyebilirdi de demedi. Yok be oğlum. Cemal böyle bir cümleyi kuracak kelime haznesini bırak cümle ne demektir bilmez. Tek bildiği yöneticinin arkasından, bizimse yüzümüze bakıp içinden küfretmek.
Ben bunları düşünürken karşımdaki yine söze girmem için el kol hareketi yapıyor. Bu kez aldığım derin nefesten sonra söyleyeceklerimi saptırmayıp başlıyorum konuşmaya. ”Senin yaptığın gerçekçi olmak değil hadsizlik ve ben sana sırf karımdan severek ayrıldım, eğer o istemese boşanmazdık başlıklı şeyleri anlattım diye bana bunu diyemezsin. Dememeliydin. Çünkü ben dünyada başka acıların olduğunu görebilen bir insanım. Karımla çocuğumuzun olmayacağını öğrendiğimizde de öyle bi insandım. Karımın bana bir çocuk veremeyişini benden ayrılarak telafi edebileceğini zannederken de öyle bir insandım. Karımın ona gitme diye yalvarırken arkasına bile bakmadan gidişini izlerken de öyle bir insandım. Çünkü ben çocuklu ailelerin de çok da mutlu olmadığı bir evde büyüdüm. Bunu ablamın evden kaçıp evlendiğinde babamın onu bir daha affetmeyişinden biliyorum. Annemle babamın her zamanki iş seyahatlerinden biri diye gidip döndüklerinde boşandıklarını söylemelerinden biliyorum. Abimin bunlar yüzünden onları her seferinde öfkeyle anmasından biliyorum. Şimdi sen etrafımda bunları yaşayan insanların bile beni dinleyip böyle bir şeyi söylemedikleri için gerçekçi olmadıklarını da diyemezsin. Çünkü bu bana söylediğin söz kadar saçma. Söylediğin şey yersiz üstelik hiçbir sebep yokken söyledin, ki hiçbir sebep bunu söylemeni gerektirmezdi. Sahi söylesene neydi sana bunu dedirten?”
Şimdi derin bir nefes alıp konuşma sırası ondaydı. Ben de yarım kalan sütlacımı yemeye devam edebilirdim. Ulan buranın sütlaçları da halamın sütlaçları kadar güzel. Acaba bu dergi, gazete işlerini bırakıp halamla sütlaç işine mi girsek? Hem abim ne iş olursa gerekli desteği vermeye hazır olduğunu söyledi daha geçenlerde. Halam sütlaç yapar ben kasada dururdum. Böyle küçük bir yer yeterdi bize. Evet onu dinlemiyordum. Çünkü söyleyeceği hiçbir şey telafi edemezdi bendeki hasarı. Evet belki anama, babama küfretmemiş, haysiyetimi aşağılamamıştı ama söylediği şey bana kendimi sorgulatmaya yetmişti. Şimdi ben nasıl abimden arabasını isterdim bir daha? Nasıl halama bugün sende kalacağım diyip haftalarca postu sererdim? Ulan Orhan’ı içmeye nasıl çağrırdım, adamın evine kustum. Böyle düşününce sadece Cemal’le aramızdaki ilişkinin bozulmadığını fark ettim. Ona yine rahatlıkla sigara aldırabilirdim çünkü bu onun işi. Bana o sigarayı alacaksın Cemal. Ah be kızım ne yaptın sen diye düşünürken kulağıma ”bundan başka yaptığın bir şey yok” sözleri geldi ve ben yine ona odaklanmak zorunda kaldım. Ve aslında ondan önce dediklerini de duyduğumu fark ettim.
Bana söylediğinin yersiz hatta hadsiz olduğu için üzüldüğünü ama yine de gerçekçi olduğunu söylemişti. Etrafımdakilerin bunu söylememesinin beni böyle kabul ettiklerinden, benim çözüm üretmek yerine, sürekli şikayet eden, sürekli geçmişe takılıp, bugününe yetişemeyen biri olduğumdan, değişmeyeceğimi düşündüklerini söylemişti. Yaşadıklarımı sürekli anlatmamın tek iyi yanının yazılarıma yansıması olduğunu; ama bunun dışında kendini ve her şeyi eleştiren biri olduğumu, bundan başka yaptığım bir şey olmadığını söylemişti.
Kahretsin… Daha o sözü ilk söylediğinde gitmeliydim burdan. Kalıp dinleyerek ona sözü açma fırsatı verip, daha ileri gitme şansı tanımıştım. Ve şimdi söylediği şeyin doğruluğunu da düşünmeye başladım işte. Buna izin vermemeliydim. Çünkü ben ne zaman karşımdaki insanın açıklama yapmasını dinlesem kendi fikirlerime sırtımı çevirdim. İçine düştüğüm her durumu böyle kabullendim. Annemle babam boşandıklarını söylediklerinde gerekçelerini dinlemeseydim, bugün ben de abim gibi onlara öfkeli olurdum belki; ama en azından kendi fikrimi savunurdum. Ya da karım giderken ikimiz için böylesinin iyi olduğunu söylediğinde, ben gitseydim onu dinlemeyip, bugün ayrılığımızı kabullenmektense, ayrılmamak için çabalıyor olurdum belki de. Hayat benim adıma başkalarının aldığı kararlarla devam ederken daha üç aydır tanıdığım kadın karşıma geçip neler söylemişti.
Oysa onu tanıdığımda karımdan sonra birini daha sevebileceğimi düşünmüştüm. Çünkü ilk defa bir kadın benden önce yazdıklarımı sevmişti. Çünkü şu dünyada takdir görmeyi en beklediğim, hiç görmediğim, en başardığımı düşündüğüm, en başarısız olduğumu kabul ettiğim şey yazmak. Ve ben anlatamadıkça yazan, yazdıkça anlatmaya ihtiyacım kalmayan biriydim ve ilk kez bir kadın hem yazdıklarımı hem anlattıklarımı anladı sanmıştım. Küçük bir afedersin diyebilirken yaptığının mantıklı olduğunu anlatmasını daha fazla dinleyemezdim. Sütlacı da ağız tadıyla yedirmedi zaten. Tam kalkacakken elimi tutup durdurdu. Yine gözlerimin içine baktı ve ”sütlacını yemekle o kadar meşguldün ki sana bunu neden dediğimi anlamadın bile. Bazen kendini anlatmaktan, kendinle ilgilenmekten karşındakini o kadar fark etmiyorsun ki.” Hala devam ediyordu. Kadınlar böyledir işte. Devam ederler. Haksızken konuşmaya, aldatılsalar bile sevmeye, terk edilince beklemeye, gidince hayatlarına… Sürekli devam ederler. Erkekler öyle mi? Kalırlar ve seyrederler. Ama bu kez kalmayacaktım ve artık bunu neden dediğini merak etmiyordum. Sütlacın parasını kasaya bırakıp ona kuru bi hoşça kal diyerek çıktım dışarı.
Eve yürüsem sokaktaki herkesin bana bakıp aynı şeyleri bağırarak söyleyeceğinden korktum. Dolmuşa binsem şoförün müsait bir yerde indirmeyeceğinden korktum. Yine de dolmuşa binip düşünmeliydim. Bence dolmuşlar bir şeyi düşünmek için en doğru yer. Kafanı öyle cama falan yaslamana da gerek yok üstelik. En arka koltuğa oturduğumda dolmuş hareket etti. O an düşünmeye başladım yine. Ne demişti? ”Sen şu dünyada…” Hayır ben öyle biri değildim. Kendimden başkasını düşünmeyen, başkalarının acısını önemsemeyen biri değildim. Öyle olsa annemle babam boşandıktan sonra aynı şey benim de başıma gelmişken abimin toparlanması için uğraşır mıydım? Kocası eve her sarhoş geldiğinde halamı dövmesin diye dualar eder miydim? Karımla boşandığımızın ertesi günü, üstelik evine kusmuşken Orhan’ın en mutlu günüm dediği nişanına katılır mıydım? Bunları vefa minnet için de yapmıyordum üstelik. Olmam gerektiği için, olursam karşımdaki insan memnun hissedeceği için, olursam ben de kendimi iyi hissedeceğim için… Peki öyleyse neden bu kadar sarsmıştı bu söz beni? Her türlü empatiye ve sağduyuya rağmen gidenlere kal diyemediğim için mi? Ya da bi kere olsun ben gidemediğim için mi?
Bunları düşünürken çoktan müsait bir yerde inmiştim. Eve gitmeden sigara almak için süpermarketlere direnen yılların bakkalına girdim. Kasadaki Hikmet abiyi görünce kısa parlament diyeceğime ”abi bu dünyada kaç kişi daha acı çekiyor benim haberim var. Açlıktan, kimsesiz çocuklardan, hastahanelerde şifa bekleyen hastalardan, o hastaların yanında gecesi gündüzüne karışan refakatçilerden… Hadi bunlar geneldir herkes bilir diyebilirsin. Misal sen senin oğlanın özel okul masrafları için borca girmişsin, bizim Cemal karısını köye tarla işine gönderemedi diye pederle arasını bozmuş. Haliyle Hikmet abi boş boş baktı yüzüme. O boş bakış beni kendime getirince ”abi kolay gelsin” diyip dışarı fırladım. Eve doğru koşmakla dönüp Hikmet abiye her şeyi anlatmak arasında kaldım. Yine anlatmak ve yine bir şeylerin arasında kalmak yüzünden vazgeçtim bunu yapmaktan. Gidip bunları yazayım belki daha anlaşılır gelir diye düşünürken bunu yazmak istediğimden emin olamadım. O sırada apartmana girmiş merdivenleri çıkıyordum. Cemal yine asansör için tamirci çağırmamıştı. Telefonuma gelen mesaj sesiyle Cemal’le karşılaşmam bir oldu. Cemal ”abi bi isteğin var mı” diye sorarken mesaja baktım. Orhan’dan. ”Akşama içmeye gidiyoruz, itiraz istemiyorum” yazıyordu. Ben apartmanın ortasında kahkaha atarken Cemal bir bana bir telefonuma bakıyordu. Şaşkın bakışlarını görünce daha çok gülmeye başladım. Sonra ”Lan Cemal bakkaldan bana bir sigara alsana, hatta al şu parayı kendine de al.”
Eve girerken halamın numarasını çoktan çevirmiştim bile. ”Halacım bu gece sende kalacağım. Sütlaç yapar mısın?”