Gözleri sanki birer saksı gibi lavantalarla doldurulmuş ve derisi etrafa ölüm kokusu yayan gümüş rengine boyanmış gizemli bir kadın rüyalarımı fethetti. Mağaranın en derinlerinden yankılanan tiz ve ızdırap boncuklarıyla süslenmiş sesi yüreğimde sarsıntılar yaratıyor. Anlaşılan gözlerini oyan kan kırmızısı günahlar ruhunu da kör etmişti. Yerine yalanlarla yeşermiş sahte lavantalar tıkıştırmıştı ki zihinleri uyuşturan parfümüyle affallayan böceklerle beslenebilsin. Böcek bulamadığı zamanlarda ise cehaletin kemirdiği eski püskü kitaplardaki kelimeleri birer birer yutuyor. Yuttuğu kelimelerle açlıktan bir canavarın feryadı misali guruldayan zihnini doyuruyor, posasını ise saf birer bebek gibi emekleyen böceklere bırakıyor. O benim için harikulade kuyruğunu çarpıcı bir sanat eseri gibi sergileyen ama etki alanına girdiğinizde ansızın bir akbabaya dönüşen kurnaz ve sahtekâr bir tavus kuşu. Biliyorum ki onun çevresine yaydığı sis bulutuna maruz kalırsam çakıl taşlarından yapılmış bir heykel gibi un ufak olurum ve gece karanlığı gibi üzerime çöken yarasalara yem olurum. Tepedeki aldatıcı güneş bana tüm sıcaklığıyla bir dost gibi sarıldığında bu meçhul kadın çöldeki serap gibi gülleri kıskandıracak güzellikte bir peri silüetine bürünüyor. Onun buz kesmiş tenine dokunduğumda ise içim ürperiyor ve zihnimde buzdan sarkıtlar oluştuğunu hissediyorum. Bir süre sonra bu kristal hülyanın lavanta kokusuyla beraber buharlaştığını hissediyorum. Yoksa ben de mi aslında o böceklerden biriyim diye kara kara düşünürken düş giderek bulanıklaşmaya başlıyor…