Rüyamda güneşle bulutu,yeryüzünün en güzel yerinden,bir deniz kenarından izlemiştim, cennet böyle bir yer olmalıydı.Yüzümdeki tebessüm uyandığım andan beri sürüyordu. Ne var ki gerçek hep yanıbaşımızdaydı.Bir zamanlar herkesin neşeyle dolaştığı bu diyarda şimdi korku hakimdi.
Yüz doksan yaşındaydım ve bu diyarın en küçüğüydüm haliyle oyun arkadaşı seçeneğim pek yok.Bu diyar dediğime bakmayın,güneşle bulutların arasında benim evim;gökkuşağı. Görevimiz renklerini her zaman canlı tutmak bunu ise kurduğumuz hayallerle sağlıyoruz. Şeklimizi tarif etmek epey zor fakat bizi görseydiniz rengarenk sincaplara benzetirdiniz. Kendimize hayrenk diyoruz,hayalperest renkler anlamına geliyormuş,dedelerimizin dedeleri bulmuş bu ismi.Her canlı bir isme muhtaçmış gibi…Neyse konumuz bu değil. Hayrenklerin başı büyük dertte!
Son zamanlarda gökkuşağını yok etmekle tehdit eden bir canavar dadandı diyarımıza. Renklerden nefret ediyordu ve gökkuşağını karartmak istiyordu.Bunu ise yalnız hayallerimizle beslenip bizi hayallerden uzaklaştırarak başarabilirdi.
Hayrenklerin bir kısmı hayal avcısının gerçekleştirmesini umduğu bir hayalleri için ona renklerini ve nihayetinde hayatlarını sattılar.Kimse gökkuşağına sormuyordu, gökkuşağı konuşamazdı da zaten ama ben biliyordum ki ölmek istemezdi.Biz de istemezdik bu yüzden hayal avcısını yok etmeliydik fakat o hayrenkleri aldatıp karnını doyurmaya başlamıştı bile. Bir yandan düşünüyordum da benim rüyamı/hayalimi de sadece hayal avcısı gerçekleştirebilirdi. Gökkuşağı ne yapardı o zaman?Ben de gidersem hiçkimsesi kalmaz mıydı?Yoksa sadece gökkuşağı değil tüm renkler mi ölürdü? Renkler ölürse karanlık bir rüya beni mutlu edemezdi. Bu yüzden savaşmalıydım hayal avcısıyla ama tek başıma kazanamazdım. Ne yapmam gerektiğini Bilge Hayrenk’e sormalıydım,o bana yol gösterebilirdi.
Bilge Hayrenk en yaşlımızdı ama bunu kabul etmiyordu hatta aramızda kalsın bir gece onu yıldızlardan yaptığımız salıncakta sallanırken gördüm,elinde de pamuk şekeri… Çok mutluydu. Birgün yaşlı bir bilge olursam tam da böyle olacağıma dair söz vermiştim kendime o gece.Bir hayrenk ancak verdiği sözü tutamadığında,hayallerden ve renklerden uzaklaştığında ölebilirdi.Bizi yaşlılık ve hastalık öldürmezdi.Hayal avcısı ise gökyüzünü bizle beraber siyaha hapsetmek istiyordu,buna izin veremezdik.
Bilge Hayrenk elbette benim gibi düşünüyordu.Fakat hayal avcısını nasıl ikna edebilirdik? İstediği şey pamuk şekeri değildi ki hayallerimizdi!Bilge Hayrenk’in aklına bir fikir geldi.Çoğumuzun efsane olarak bildiği renk taşı bizi umutlandırmıştı. Zaten hayatımız hayaller ve umutlar sayesinde vardı,inanması zor olmadı efsaneye.Gökkuşağı Kütüphanesi’ne gidip bilgi toplamaya karar verdik.Yalnız iki kitap bulabildik,birinin dilini bilmiyorduk diğerinde ise renk taşıyla ilgili tek cümle: Gökyüzüne ait değil!Burada değilse yeryüzünde olmalıydı evet ama yeryüzü kocamandı biz ise minicik.Gizemli kitabı çözmek zorundaydık. Sayfalardan birinin köşesine çizilmiş renkli parlak bir küre vardı yanına nefesimiz diye not düşülmüştü.Sayfayı çevirdiğimizde bir harita gördük neredeyse tamamı deniz dalgasına benzer çizgilerle kaplıydı bir de kaba taslak gökyüzünü çizmişlerdi. Bilge Hayrenk elinde asasıyla konuşmaya başladı: “Hayrenklerin yaşamı renkler ve hayallere bağlı,yeryüzündekilerin de su ile bu yönden bir alakası olmalı.Suların buluştuğu yere denize bakmalıyız.Deniz Hükümdarı bize yardım edebilir.” Bu ihtimallerin gerçek olmasına ihtiyacımız vardı,geçen her dakika ölüme yaklaştırıyordu saati.
Bulutlar bize yardım etti;Bilge Hayrenk ve ben bir yağmur damlasına tutunup denize karıştık. Hükümdar bize nazik davrandı ve öyle bir efsaneyi anımsadığını söyledi.Bizi Büyük Mavi adını verdikleri yere,denizin ortasına götürdü.Yaşlı balık efsaneyi iyi biliyormuş ve renk taşını gördüğünü iddia ediyormuş fakat kimse görmediği için yaşlı balığın saçmaladığını düşünüyormuş deniz sakinleri.
Yaşlı balık ona inandığımızı ve anlatmasını istediğimizi duyunca çok sevindi.Tüm renklerin berraklıktan yani denizden doğduğunu söyledi.Kainatın gökkuşağına ihtiyacı vardı.Bize memnuniyetle yardım edeceğini söyledi. Büyük Mavi’nin efsanesine göre renk taşı, sabahın ilk ışıklarında güneş ve denizin buluştuğu an kendini gösterir ve başı dertte olan tüm renklere hayat verirmiş.Tabii bunun bir karşılığı varmış en güzel hayali duymak istermiş.
Efsane artık bizim gerçeğimizdi ve sabahın ilk ışıklarına çok az vakit kalmıştı. Öğreneceklerimizi öğrenmiştik,hükümdara ve yaşlı balığa teşekkür ederek denizin doğusuna doğru gittik. Denizin berraklığı burada daha fazlaydı ve bu beni büyülemişti.Gökyüzünde bunu görmek imkansızdı.Beklenen an gelmişti; güneşle denizin kavuşmasını izledik,sonrasında rengarenk bir ışıltı doğdu ve küre şeklinde bir taşa dönüştü.Renk taşı cıvıl cıvıldı belli ki oldukça neşeliydi.
Bilge Hayrenkle yanına gittik ve olanları anlattık.Bize hayalimiz karşılığında yardım edeceğini söyledi.Bilge Hayrenk’in aklına bir şey gelmemiş olacak ki bana döndü.Bir süre düşündüm;hem hayallerim hem rüyalarım güneşle bulutu deniz kenarından izlemekti bu benim için çok başkaydı fakat şuan gökkuşağına ve hayrenklere hayat vermek için savaşıyorduk. “Hayalim,” Dedim. “hayallerimizi ve renklerimizi kaybetmeden ait olduğumuz yerde mutlu olmak.” Renk taşı tebessümle karşılık verdi sözlerime ve ekledi: “Bugün gerçeğin zannettiğin şeyin yarın hayaline erişmeyi ummak üzücü olsa gerek.” Sadece bunları dediğini hatırlıyorum, gökkuşağına nasıl geldiğimizi hatırlamıyorum fakat renkler hayat kadar canlıydı. Hayal avcısı da oradaydı ancak kocaman bir pamuk şekeri olarak.Hemen yanında gizemli kitap duruyordu,sayfaları açıldı kendiliğinden ve harfler bir araya geldi: “Hayalleriniz ve renkleriniz şeker tadında olsun.Gizem sayfalarımda değil hayatta!..”