Sevgili kardeşim merhaba,
Sana bu mektubu her gün on binlerce çekik gözlünün ırzına geçer gibi içinden geçtiği bir caddenin, beton binaların arasına kasten sıkıştırılmış birkaç ağacın olduğu parkta kaleme alıyorum. Bugün seni bir piç gibi ortada bırakalı tam 8 ay oldu. Ve ben ilk defa sana hitap etme cesaretini kendimde buldum. Özlemimle dolu mektubumun, seni üzeceğini ve bilhassa kıracağını adım kadar emin olarak göndereceğimin de farkındayım. Yazacağım her bir kelimeyi yüzüne karşı söylemeyi ne kadar çok istediğimi anlatamam. Lakin bunu yapabileceğime inanmak, beni affedebileceğini düşünmek kadar da saçma…
Sevgili kardeşim, her şey ben İstanbul’dan döndüğüm anda başladı. Feribottan indikten sonra beni karşılamış ve Mudanya’nın o muhteşem iyot kokan deniz havasını ciğerlerimiz patlarcasına içimize çekmiştik. İşte o anda kasvetli bir dünyadan çıkış yolunun var olabildiğine inandım. O günün akşamında şehrin keşmekeşine uzak kalmış tarihi sahil kasabası olan Tirilye’de balığımızı yiyip rakımızı içerken edebiyatın o muhteşem dünyasına tekrar ama son kez geri dönmüştüm. O günü hatırladıkça, gözlerimin önüne gelir yüzün, burnumun direklerini sızlatır lodosun getirdiği yosun ve anason kokusu.
O gün sana sadece kalbimde hasret, aklımda şiirlerim ve çantamda kitaplarımla değil, tüm pisliğimle gelmiştim. Sana verdiğim yarım hapı hatırlıyor musun? İşte ilk içtiğin uyuşturucu oydu! Okul kapılarında henüz bir kızın elini bile tutmamış çocuklara verdiğimiz, tekrar tekrar istesinler diye yapmadığımızı bırakmadığımız, cebimizi doldurmak için minicik bedenleri zehrimizi akıttığımız o pisliğin içine seni de çekmiştim işte… Sen gözlerimin önünde erirken ben seni özlüyordum kardeşim. En çok da insanların algılarıyla alay etmeyi özlüyordum.
Hatırlar mısın, hani bir dizi sayesinde beş Kızık köyünden sadece biri olan Cumalıkızık köyünün nasıl da CumalıKAZIK’a dönüştüğünü anlatmaya çalışmıştık hiç tanımadığımız, turistlere… Hatta Derekızık, Hamamlıkızık, Fidyekızık ve Değirmenlikızık köylerinden bahsettiğimiz de nasıl da ağızları açık kalmışlardı gariplerin. Şimdi Cumalıkızık UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne de girdi. Artık orası daha da bir CumalıKAZIK… Ya Yeşil Camii’ne ne demeli? Turistler gündüz vakti Yeşil Camii’ni hayranlıkla gezerken 10 dakikalık mesafede esrar satıldığını bilselerdi ne derlerdi acaba! Tophaneye çıkan merdivenlerin kuytu köşelerinde liseli aşıkların sevişmeleri, surların içerisinde harabeye dönmüş tarihi binalardaki yanık izleri, restore ediyoruz diyerek tarihi yok etmelerini izlemek… İzlerken de kahkahalarla gülmek. İşte bunları çok özlüyorum kardeşim.
Biliyor musun burada hiç kar yağmıyor. Ama aynı zamanda güneş de açmıyor… Muhteşem Ulu’luğu ile Keşiş dağını özlüyorum be kardeşim. Teleferikle çıkmak için 15 kere otobüse binmiş kadar bilet ücreti verirdik. Neyse ki yabancı turist değilmişiz yoksa tam 45 kere otobüse binmiş kadar ücret vermek zorunda kalırdık karda yürümek için. Öyle kendi kızağımızla falan da kayamazdık, mutlaka oradan kiralamak zorundaydık. Sırf bu yüzden kayak yapmayı öğrenmiştik kızak kazık gibi girmesin diye… Sonra tabi orada da yolumuzu bulmuştuk. Oteller bölgesi adeta velinimetimiz olmuştu. Görükle’de üniversite öğrencilerinden 1 ayda kazanacağımız parayı orada 2-3 günde kazanır olmuştuk. Beyaz cennete beyaz zehri sokarak.
En çok müzeleri gezmekten zevk alırdım ama… Gezmediğimiz müze kalmış mıydı hatırlayamıyorum. İznik’e gidene kadar tüm müzelere tam günümüzü ayırmıştık. Adeta yaşayarak ve her anın tadını çıkararak. Lakin İznik yaşayan bir tarihti adeta, asfaltla kaplanmış yolların altı tam bir antik şehir… Mozaikler, çiniler, binlerce yıllık kalıntılar. Özellikle çıkarılmayı bekliyor gibi. Fakat birileri unutturmak istiyormuşcasına kapamış üzerlerini. Gün geceye döndüğünde ise kazma küreklerle bozuluyordu karanlığın sessizliği. Amaç neydi, tarih aşkıyla yanıp tutuşanların tarihi kurtarması mı? Hayır tabii ki. Bir hiç uğruna milletin hafızasını satabilmek. Alıcıları da hazır olacak ki, neredeyse herkesin tek geçim kaynağı bu olmuş. Bu kadar kötülüğü, kalbimin tüm karanlıklarına rağmen ben bile yapamazdım kardeşim.
Ne şehrimiz ihaneti hak etti ne de sen!
Gölyazı’da yazdığımız şiirler gibi olsaydı keşke hayatımız. Gölün üzerinden güneşin batışını izledikten sonra karanlığa boğulan su gibi karardı benim de yüreğim. Hep gün doğumunu bekledim ama olmadı. Ama şimdi bir ışık belirmeye başladı. Sen öldüğünden beri ilk kez. Yavuzselim’de kanlar içerisinde seni bırakıp kaçtıktan sonra ilk defa bir umut… Güneşin doğuşunu görebilmek için ne binlerce kilometre yürümek, ne de dayanamayıp dağları denizleri bir martı gibi saatler içerisinde aşmak hissettirmişti bu umut ışığını kalbimde. 8 aydır ilk defa kelimelerin kasten döküldüğü bu kağıttan çıkan bir ışık dolduruyor içimi. Beni affedebilecek misin kardeşim?
ALICI: BURSA KENT MEZARLIĞI