“Bazen noktayı nereye koyacağımızı bilemeyiz.”
Güneşten kavrulan çöl kumlarının üzerine, bir damla gözyaşı düşmüş cennetin dünya ya bakan penceresinden. Düşer düşmez buhar olmuş. Daha kumun incecik tanelerine dokunamadan, kaçıp gitmiş tekrar pencerenin kenarına. Sonra sahipsizliklerini anlayıp ardı sıra akmaya başlamış gözyaşları, varlığına isyan eden her şey gibi onlarda kovulmuş artık cennetten. Kızgın kumların üzerinde birikip, bir vaha olmuşlar tüm güzellikleriyle. Zaman akıp gitmiş; hala sahipsizlermiş, hala isyan ediyorlarmış varoluşlarına. Tüm ümitlerini yitirdikleri bir anda yorgun düşmüş bir adam çıkmış karşılarına. Bitkin vücuduyla, susamış ve tıpkı kendileri gibi ümitsiz bir adam. Adı neydi bilinmez ama şimdilerde Mecnun diyorlar ona. Tüm susamışlığıyla içmiş gözyaşlarını, bitkin düşmüş vücudu toparlanmış her yudumda. Ümitsizlik yerini umuda bırakmış gözyaşları kanına karıştıkça. O zamana kadar hiç böyle hissetmemiş kendisini, hiç hissetmemiş kalp atışlarını bu kadar derinden, hiç aklına gelmemiş Leyla’sı, hiç gözleri dolmamış. Bu koca dünya gözyaşıyla işte ilk kez o gün tanışmış. İlk gözyaşı Aşk için akmış, Leyla’ya. İkinci damla onun yokluğunda içindeki acıya akmış. Bir tek üçüncü damla kalmış tanışmadığı. O damla Mutluluk’ muş, o aşkın umutla birleşmiş en temiz gözyaşıymış.
Mecnun kalkmış toparlamış kendisini, hemen Leyla’sına koşmuş. Hiç bir şey umurunda olmadan sadece ona gitmiş. Üçüncü damla Leyla’nın suretine akmış, teni tenine dokundukça artmış, elleri sevdiğini sardıkça ıslatmış tüm vücudunu. Artık ona da bulaşmış gözyaşları. Leyla da başlamış ağlamaya ne olduğunu bile anlamadan. Ardı sıra inmiş yanaklarından aşağıya ama bu sefer farklı olmuş aşk ve mutluluk gözyaşları akmış acı ise hala sırasını beklemekteymiş.
Zaman geçmiş kimseyle paylaşmamışlar gözyaşlarını, kimselere söylememişler, çünkü artık akmaz olmuş gözyaşları. Bir daha ne o günkü kadar mutlu olmuşlar ne de o günkü kadar aşık kalmışlar.
Yıllar geçmiş Mecnun ölmüş, Leyla acıyla ilk kez o gün tanışmış. İçi o kadar yanmış ki kaybettiği aşkına, acının gözyaşları dinmez olmuş. Aktıkça nefret etmiş gözyaşlarından. Gitmiş bulmuş gözyaşı vahasını, 14 küpe doldurtmuş, 14 deveye yükletmiş; olabildiğince uzağa göndermiş, uçsuz bucaksız denizlere döktürmüş. Kaybolsunlar; bir daha kimsenin canını yakmasınlar diye. Çünkü o mutluğu unutmuş; insanlar mutluluklarını pek hatırlamazlar ama acılarını da hiç unutmazlar. O acıdan sonra gelen mutluluğu hiç tatmamış, o yüzden acının da biteceğine hiç inanmamış. Bedeninde gezen gözyaşlarının da kaybolup gitmesi için canına kıymış.
Denizler kabul etmiş gözyaşlarını, içinde dağıtmış, çoğaltmış, güneşin sıcağıyla gökyüzüne çıkartmış bulutlara emanet etmiş. Beyaz bulutlar kararmış, gökyüzü zifiri karanlığa boğulmuş, şimşekler çakmış, acı bulutların canını yakmış; bulutlarda dayanamayıp onları yeryüzüne bırakmış.
İnsanlar korkmuş, ıslanmaya cesareti olamayanlar kaçmış kuytu köşelere, birkaç cesur yürekliyse hiç aldırmadan ıslanmış, gözyaşları vücutlarına işlemiş, acıyı aşkı tatmışlar. Ve o cesur yüreklerin hepsi kuytu köşeye kaçan korkaklara koşmuşlar, onları mutluluk gözyaşlarıyla tanıştırmışlar. O korkaklar hiç hak etmedikleri mutluğun kıymetini hiç bilemeden yaşamışlar ve ardından gelen acıda hep o cesurları suçlamışlar; “ Bize gözyaşını, acıyı siz getirdiniz “ diyerek. İşte o gün bugündür cesur yürekliler tüm acılara rağmen o korkakları severler, o korkaklar da her yağmurda(Acıda) kuytulara kaçıp onları terk ederler.