Hatırı sayılır bir dostum vardı zamanında. Kahve içerdik. Ben her zaman çaydan bahsederim, ama kahve içerim. O kahve içmeyi severdi çünkü. Simsiyah sakalları vardı. Sonradan bıyık bıraktı sadece. Ne de güzel oldu. Hatırı sayılır bir dosttum. Ben bırak demiştim.
Hatırı sayılır dostluklar aşka da dönüşüyormuş. Ben buna bizzat imza attım. Koştum peşinden. O kadar koştum ki, hala yorgunum. Edebiyatçıyız diye duygusala bağlayacak değiliz. Ben yorulmakta ciddiyim. Hala yoruluyorum. Yoruyorlar beni. Birlik olmuşlar “gökyüzü” ile, boğuyorlar.
Gökyüzünün sizi boğduğu zamanlar oldu mu bilmiyorum, ama dün beni bayağı bir boğdu. Hatırı sayılır bir adamın masasının üstünü temizliyordum. İki tane kül tabağı vardır. İkisi de, hep, ağzına kadar doludur. Çok sigara içer. Çok cigara içer. Her dilde, her tatta içer. Ben de gider temizlerim. Kitaplarının arasından, nahoş sefasını sürdürmek için çıkarttığı kitapları vardır. Hep ortalıktadır onlar da. Onları da koydum yerine. Derken, perdeleri açınca gökyüzü çıktı karşıma. Yağmurlu olmasından değildi benim boğuluşum. Zaten benim bahsettiğim gökyüzü de bildiğiniz gökyüzü değildi. Yüksek ihtimal bahsettiğim şeylerden bir ben bir de hatırı sayılır arkadaş, pardon dost anlayacak. Olsun. Siz de bir yerlerinden bir şeyler çıkarın kendinize. Boşa gitmesin.
İnsanın içinin acıması vardır ya. Cidden içinin acıması vardır. Harbiden böyle sol yanının, baştan aşağı sızlaması vardır. Utanmışlık duygusu bir de. Küçükken seni oyuna almayanlara karşı girdiğin o utançlık duygusu. Alsalardı ne güzel olacaktı. Belki şimdi bu kadar utanmayacaktık. Aşağılanmışlık duygusu. Kapitalist hayattan yapıştı bu da bana. 17 yaşında, kendimden 10 yaş büyük o çocuğun yanında çalışmamış olsaydım ya da o çocuğa aşık olmasaydım, sevgilisi olduğunu öğrendiğimde hayat daha güzel geçebilirdi. Kendime “ Sen kimsin ki?” demezdim. Daha 17 yaşımda, ellerim yeni yeni ekmek tutarken, dişlerim daha da yamukken, kendimi o kadar aşağılanmış hissetmezdim.
Ama insan sadece kendinden büyüklere karşı girdiği o duyguyla aşağılanmıyormuş. Hatırı sayılır dostlar da yapıyorlarmış bunu. Hem de gökyüzüne karşı. Gökyüzü, daha önce onun üzerine dolu yağdırmış olsa da yaparmış. Yağmur öğrenmiş. Naif yağmur. Serin yağmur. İnce yağmur. Ah yağmur, ah yağmur!
Şimdi güvensizliğin tam ortasında, ince parmaklarımla hüznümü kurcalıyorum. Hep aynı yere çıkıyor. Bulduğumu alıp gözlerime atıyorum sonra. Gözlerime birikiyor hatırı sayılır çocuk. Kan akmıyor tabii ki, ama böyle yumak yumak sanki. Sanki birileri gözyaşımı koymuş oraya elleriyle. Elleri kırılasıcalar.
Bir şeylerin bitmesi lazım geldiğini düşünmek bile, parmaklarımı çıtlatmama yetiyor. Parmaklarımı çıtlatırsam yazmayacağım çünkü. Yazmazsam düşünmeyeceğim. Düşünmezsem bitmesine gerek kalmaz ve ben mutlu olurum. Sanırım, iyi değilim.
Ah diyorum, bi’ de geceler olmasa. Değil mi?
Ben, çırpı bacaklarımla, bir sahil kenarından yürürken, vapurun gürültüsüyle bile sendelerim. Ben rüzgara karşı o kadar da güçlü değilim. Oturduğum bankın arkasında biri durup “ Hadi poz ver” demez. Ben hiç arkama bakmam mesela. Ya da manalı bakışlar atıp, fiyakalı bir insan olduğumu göstermem kimselere. Yem vermem kuşlara. Veremem. Korkuyorum kuşlardan.
Kuşlardan da gökyüzünden de korkuyorum.
Ayakkabısı düşer diye ayaklarını denize sallandıramayan insanlardanım ben. Siz düşünün sevdiğime karşı ne illetli bir aşık olduğumu. Maşuk da olabilirim. Olmasaydım iyiydi. Ama her şeye rağmen hatırı sayılır biriyim. Bu da yeter.
Bi’ de elleri gökyüzüne ulaşmasaydı ne güzel olurdu. Şimdi, ben tutamıyorken ellerini mesela…
Ben edebiyatçıyım. Duygu gemisi değil. Gramer de var bizim işin özünde.
Yardımcı ses, yardımcı sestir. Ara bulucudur bir nevi. Birleştiricidir. Ben o’yum işte. Birleştirici. İsimden fiil yapamayan bir adam, anca eksizdir benim gözümde. İşe yaramaz. Hissi olarak var, ama görünür de yok.
İyi oldu mu şimdi dostum? Hatırı sayılır dostum.