Bu asır başka hatta bambaşka, imtihanlar farklı imtihanlar çetin. Bu asra bir isim bulmak gerekirse ‘pişmanlık asrı’ denebilir. Çünkü insanlar o kadar çok hayata küsmüşler ki mazinin elemi ve pişmanlığı boğazlarına sarılmış onları boğmakta. Bir yandan geleceğin endişesi zihinde derin ve sonu kestirilemeyen kurgularla dolu ki bu da ayrı bir mesele.
İnsanlar çok sıkılıyor, hayattan bezdiklerini söylüyor hatta hayatın ‘gereksiz’liğinden dem vuruyorlar. Hayattan boşu boşunaymış. Ondan bize kalan bir avuç hüzün biraz da pişmanlık diyorlar. Zamanlarını geçirmek ve ‘hayatı yaşamak’ için farklı yollara tevessül ediyorlar. Bunlar günümüzün zihin örgüsünü bize göstermekte. İnsanların bu gibi düşünce ve eylemlerine farklı ve keskin bir nazarla bakmak ve sorunun köküne inmek lazım.
Öncelikle insan bu hayattan niçin sıkılır? Bu soruya yanıt arayalım…
Birincisi Allah insana kalb gibi bir latife vermiş ki; bu latife ancak ebedi hayat ile tatmin olur. İnsan ancak bu hissi yaşayınca hayatın anlamın vakıf olacaktır. Hayatın sadece zevk almak keyifle yaşamak için verilmediğini belki çok daha kıymetli bir iş için verildiğini idrak edersek hayat o zaman daha anlamlı gelecektir bize. Said Nursi Hazretleri bunun için şöyle der: ”Kim kendi uyanık vicdanını dinlese ebed ebed sesini işitecektir.” Yani hata kalbe ve vicdana kulak vermediğimiz için ortaya çıkıyor. Elimizde ebedi bir hayatı kazanmak için bir ömür var ama biz onu ufacık bir dünya hayatına feda ediyoruz. Ömrümüzü dünyanın geçici ve elemli zevkleri peşinde harcayıp gidiyoruz. Hayatımızın hatasını yapıyoruz da farkında değiliz.
İnsanın bu hatalar zincirine takılıp gitmesinin belki de en önemli sebebi tefekkür etmemesidir. Yani düşünmemesi… Düşünmeye dahi üşeniyoruz. İşte insan düşünmediği yani tefekkür etmediği için dünya başına bela oluyor. Eğer düşünse bana verilen bu hayat bu kadar değerli iken niçin ben bunu fuzuli hatta zararlı yollarda bitiriyorum. O zaman belki aklı başına gelir. Bu konuda Dekart ne de güzel demiş: “ Düşünüyorum öyleyse varım” diye. Bunu tersinden düşünürsek düşünmeyen insan yok hükmünde oluyor. Varlığımızı var etmenin şartı düşünmek oluyor.
Modern dünyanın ve egemen güçlerin de bu asırda en büyük oyunu insanı düşündürmemek. Hakikaten biraz düşünse çok şeyin farkına varacak ama bu kafayla zor… Bu egemen güçler teknoloji ve modernite ile insanı adeta bir sürü haline getirmeye çalışıyor. Bir yandan bireyselleşme diyor özgürlük diyor öte yandan teknolojiden tutun da giyime her türlü araç-gereçte insanı tek tipleştirme ile insanı uyutuyor. Yani bu sene bu tarz giyeceksin, bundan yiyeceksin böyle yapacaksın diyerek insanı gönüllü köleler haline getiriyor.
Sonra da ‘çağdaş’ ve ‘modern’ insanlar çıkıp “İslam’a Orta Çağ kalıntısı, Müslümanlara da gerici” diyorlar. Yani onlar gibi, sürüye katılmazsak geri kafalı oluyoruz. Üstad Necip Fazıl şöyle der: “Bana “çağdışı” diyorlarmış. Ne büyük bir onur! Ben bu çağın dışında kalmayayım da, içinde mi boğulayım?”… İşte bu söz o zihniyete yeter.
Antika niçin kıymetlidir? Hala kendini muhafaza ettiği, asırlara meydan okuduğu için paha biçilemez şaheser olur. İslamiyet de 1400 yıldan fazladır hakikatini muhafaza ettiği için zamana ve zemine göre değişmediği için kıymetlidir işte.
Böyle bir hakikatin peşinde koşmak, onun kara sevdalısı olmak, onun derdi ile dertlenmek onun kutlu davasına bir nefer olabilmek gerektir. Yoksa dünya hayatı bir zehir olup tüm hayatımızı yaşanmaz bir hale getirir. Akıl kemirir beynimizi, vicdan sarar benliğimizi o zaman hayat tank gibi geçer üstümüzden…