Çocukken hep ilerde nasıl biri olacağımı merak ederdim. Neye benzeyeceğimi, nelerden hoşlanıp, hangi adamı veya adamları seveceğimi. Nelere üzülüp, nelere güleceğimi. Hangi heveslerin kursağımda, hangi insanların geçmişte kalacağını. Belki bu kadar merak etmeseydim bu soruların cevaplarını, bu kadar yanmazdım. İnsanın başına ne gelirse meraktan değil, dilinden gelir bence. Her şeyi öğrendim fakat susmayı bir türlü öğrenemedim. Açık sözlülük diye nitelendirilen ve bu niteliğe sahip olan insanlara imrenilerek bakılırken ben bu durumun hiç ekmeğini yemedim. Yer gibi oldum, boğazıma kaçtı ve geri tükürdüm. Üstüne soğuk bir su içip, ‘tecrübe oldu’ diye geçiştirdim. Bu tecrübelerle kendime bir ev inşa edemiyorsam ne işime yarayacak bilmiyorum. Kafamın içinde milyon tane düşünce karınca sürüsü gibi beynime saldırırken artık çok azı ağzımdan çıkıyor. En fazla dilimin ucuna kadar gelip geri dönüyorlar. Sonra ne mi oluyor? Ben dayanamayıp kendi kafamda yarattığım belirsizliklerimi insanlara yansıtıp, pişman olup en sonunda yerdeki düşen bin parçaları yüzüme maske olarak takmaya çalışıyorum. Geri dönüş tabii ki olmuyor. Dışardan bakan her insan tül perdenin öbür tarafını görebildiğinden maskemi rahatça aralayabiliyor. Bu saatten sonra yapılacak bir şey yok sanırım. Çünkü güçlü olan yerlerimde o kadar çok çatlak var ki içimdekiler benim iznim olmadan dışarı çıkıyor. Dil yarası dil yarası diye bağıra bağıra sokaklarda gezmek istesem de kahkaha sesim bunu bastıracak, biliyorum. Gözler her şeyi anlatıyorsa ve karşımdaki anlamıyorsa, gözlerimin ağzı bantlanmış demektir. Bana da o bandı çıkarmak düşüyor sanırım. İşte tam o sırada araya gurur giriyor ve o bandı çıkarma ihtimalime karşı direk gözümün dilini kesiyor. Bende en azından denedim deyip köşeme çekiliyorum.