“Uyan”
Uyandı. Birkaç gündür nereden geldiğini bilemediği bir fısıltıyla bölünüyordu uykusu. “Uyan” diyordu bir kadına mı yoksa erkeğe mi ait olduğu belli olmayan ses. Ama buna pek takılmıyordu. İşe geç kalma korkusu yüzünden beyni kendi kendine bir oyun oynuyordu herhalde. Telefonunun alarmı çalmamıştı. İşe yarım saat geç kaldığını öğrendiğinde okkalı bir küfür savurdu. Hızla ayağa kalktı. Lavaboda soğuk musluk suyunu yüzüne çarptıktan sonra odaya döndü. Eski ahşap dolabının gıcırdayan kapağını açtı. “Bugün ne giysem?” sorusuna cevap aramaya vakit yoktu. Patronundan bir daha aynı azarı işitmek istemiyordu. Giyindi, dolap kapağının içindeki aynada kendine baktı. 30’larının başında, kızıl saçlı, zayıf bir kadın. Bir an başı döner gibi oldu. Dolaba tutundu. El yordamıyla komodinin üstündeki küçük ilaç kutusunu buldu. İki hap yuttuktan sonra derin bir nefes aldı ve evden çıktı.
Hayat’ın görevi; estetik duygusundan yoksun, dip dibe inşa edilmiş, çoğu afet bölgelerinde bulunan sitelerin dairelerini satmaktı. Gerçi patronu bu yapılara “yaşam merkezi”, yaptıkları işe de “insanların hayallerini gerçekleştirmek” diyordu ama asıl gerçek buydu. Yine de Hayat buna da pek takılmıyordu. Faturalarını ödeyebilmesi, ara sıra yeni ayakkabılar ve çantalar alabilmesi onun için yeterliydi. Ama içindeki o meşum boşluk duygusu yok mu; işte onu bir türlü gideremiyordu.
Sokağa çıktığında yüzüne vuran güneş ışığıyla gözleri kamaştı. Midesinde bir bulantı hisseti. Acaba bugün izin mi almalıydı? İmkansız… Böyle birşey imkansızdı. Elindeki kumandayla az ötedeki aracının kapılarını açtı. Bankadan kredi çekerek aldığı Ford Fiesta’sına bindi ve gaza bastı.
Ofis yine aynıydı. Ne o hiç kimsenin umrundaydı burada, ne de hiç kimse onun. Birkaç kişi sahte gülümsemelerle selamlayıp, yanından geçip gitti. Hayat yanyana dizilmiş minicik kabinlerin arasından geçerek kendi kabinini buldu ve oturdu. Bilgisayarını açıp kişisel mail hesabına girdiğinde, sabahın ilk saatlerinde yollanmış bir mesaj gördü: “Hayat hanım, bugün öğleden sonra yanınıza uğrayacak ve size bilgilendirmede bulunacağım. Selamlar. Uyandırma Servisi’nden Bay E.” Şaşkınlık içinde metni bir kez daha okudu. Uyandırma Servisi neydi? (Böyle bir şirketle işbirliği içerisinde olduklarını sanmıyordu) Bay E. kimdi? Şahsi e-posta adresini nasıl bulabilmişlerdi? Bölüm şefinin ona yaklaşmakta olduğunu gördüğünde interneti kapattı ve bir Excel dosyası açtı. Sorduğu soruların cevabını öğleden sonra 2’de alabileceğini umuyordu.
Midesindeki gurultu ona yemek saatinin geldiğini hatırlattı. Mesaisi başladığından beri tek bir iş yapmadığını farketti. Saatlerdir arkasına yaslanmış aval aval monitöre bakıyordu. Ofisten çıktığında güneş, kara bulutların arkasına girmişti. Her zaman yemek yediği küçük, mütevazi lokantaya oturdu. Uzun, kahverengi tüyleri olan bir köpek masasının karşısına gelip durdu. Lokanta müşterilerine türlü gösteriler yapıp, yiyecek kapmaya çalıştığı için ona “Oyuncu” ismini vermişlerdi. Köpek iki kez havladı, Hayat masaya gelen ekmekten bir parça koparıp önüne attı. Ekmeği havada kapan Oyuncu, önce ön ayaklarını havaya kaldırdı, ardından yerde yuvarlandı. Kendi etrafında bir kez döndükten sonra yine iki kez havladı. Hayat gülümseyerek köpeğin hareketlerini izlerken, bir anda şok edici bir gerçeğin farkına vardı: Hayvan mekanik bir şekilde sürekli aynı hareketleri yapıyordu. Oyuncu yavaşladı, yavaşladı ve birkaç saniye sonra tamamen dondu. Hayat gözlerini köpekten ayırdığında, etrafındaki herşeyin ve herkesin donup kaldığını anladı. Yoldan geçen arabalar, kaldırımda yürüyen insanlar, lokantada yemek yiyen müşteriler… Zaman durmuştu sanki! Çığlık atarak ayağa kalktı ve iki sokak ötedeki şirket binasına doğru koşmaya başladı. “Bu bir kabus!” diyordu koşarken, “Uyanmalıyım, uyanmalıyım!” Şirkette herşeyin yolunda olmasına ilk kez bu kadar sevindi. Hızla masasına yönelirken çalışanlardan birinin “Bir adam geldi, seni bekliyor.” dediğini işitti.
Masasının önündeki deri sandalyede oturan adamın saçları mordu. Sağ kulağında bir küpe vardı ve kolları dövmelerle kaplıydı. Çalışanların hepsi bir ona, bir de Hayat’a yadırgayarak bakıyordu. “Erkek arkadaşım sanıyorlar herhalde.” diye düşündü Hayat. “Merhaba,” dedi masasına otururken, “nasıl yardımcı olabilirim?” “Sabahki mailimi almış olmalısınız,” diye atıldı adam. Hayat duraksadı, huzursuzca etrafına bakındıktan sonra “Siz, Bay E siz misiniz?” diye fısıldadı. Adam “Ta kendisi!” diye atıldı. “Fakat burası konuşmak için uygun değil, yürüyelim mi?” Bay E. ayağa kalkmıştı bile. Hayat da ayağa kalktı ve kendisini kuşatan merak dolu gözlere rağmen cevapladı: “Olur…”
Binanın önündeki küçük, yapmacık bahçeye çıktıklarında “Kimsiniz siz?” diye sordu Hayat, “Kişisel e-posta adresimi nerden buldunuz? Benden ne istiyorsunuz?” “Sorduğunuz bütün soruların tek bir cevabı var.” diye sözünü kesti Bay E. Durdu, iki adım gerisinde yürüyen genç kadına döndü. “Yaşadığınız bu hayat, eviniz, işiniz, eşyalarınız ve geri kalan herşey, bir oyundan ibaret. Üstelik sadece sizin değil, hepimizin. Bu bir sanal gerçeklik programı. Bir hayat simülasyonu. Biz buna “Sistem” adını veriyoruz.” “Bir dakika, yavaş!” dedi Hayat ellerini kaldırarak, “Siz neden bahsediyorsunuz? Konuştuklarınızın tek kelimesinden birşey anlamadım?!” “Hiç bilgisayar oyunu oynadınız mı?” diye sordu Bay E. Konuyla alakasız gözüken bu soru Hayat’ı şaşırtmıştı: “Elbette, gençliğimde…” “Diyelim ki bir bilgisayar oyununun kahramanısınız,” dedi Bay E. yürümeye devam ederken. “Her sabah aynı saatte kalkıyor, birbirine benzer kıyafetlerinizden birini giyiyor ve işe gidiyorsunuz. Öğlen aynı lokantada yemek yiyor, akşam aynı saatte eve dönüyorsunuz. Bu sizin oyununuz ve bu oyunun da belli başlı kuralları, sınırları var. Bu kuralları ihlal ettiğinizde, sınırları aştığınızda, -örneğin işe yarım saat geç kaldığınızda- oyun bozulmaya, hatta donmaya başlıyor. Bu insanlık dışı bir sistem. Bu dişli çark insanların ruhlarını çürütmeye ve onları birer robot haline getirmeye yarıyor. Hayat hanım, iyi misiniz?”
Hayat iyi değildi. Bay E.’den yarım metre geride durmuş, ağzı açık bir halde ona bakıyordu. Adam haklıydı: bu onun oyunuydu. Onun hayatı… Dizleri titremeye, gözleri kararmaya başladı. “Bayılmamalıyım!” dedi kendi kendine, “Burada olmaz!” Mor saçlı adamın yardımıyla yere yığılmaktan son anda kurtuldu. “Siz, bütün bunları nerden biliyorsunuz? Bahsettiğiniz sistem size nasıl işlemiyor?” diye sordu meydan okuyarak. Bay E.’nin yüzüne hınzır bir gülümseme yayıldı: “Hiçbir bilgisayar programı yeteri kadar güvenli değildir. Sistem’e bir virüs soktuk.”
Hayat koşuyordu. Arkasından gelen hiçbir sesi duymadan tırmanıyordu merdivenin basamaklarını. Asansör olmazdı… “Bu oyunun bir kapatma tuşu yok.” demişti Bay E. Bu oyunu bitirmenin tek yolu, kahramanın ölmesiydi. Nefesi kesiliyordu, ama basamaklar bitene kadar dayanmak zorundaydı. Sisteme uyum sağlamakta zorlandığını, baş dönmelerinin ve mide bulantılarının bu sebepten olduğunu söylemişti Bay E. “Uyan Hayat,” demişti gözlerinin içine bakarak, “uyan…”
Sonunda çatıya vardığında, bulunduğu yerle aşağıyı ayıran kısa beton duvara koştu. Duvarın üstüne çıktı ve başının üzerindeki yapay gökyüzüne baktı. Çatı birkaç dakika içinde onlarca panik halinde insanla doldu. Her birinin teker teker yüzlerine baktı. Ona bir “Günaydın”ı bile çok gören insanlar şimdi “Dur, yapma! Daha çok gençsin!” diyorlardı. Hayat derin bir nefes aldı. Yüzünü, yüzüne vuran güneşe döndü. Ve atladı.
Nefes nefese uyandı ve öksürmeye başladı. Şimdi küçük beyaz bir odada, tek kişilik bir yatakta yatıyordu. Mor saçları ve dövmeleriyle Bay E.’yi gördü. Adam başucundaki sandalyeye oturdu ve gülümseyerek mırıldandı: “Hoşgeldin Hayat.”