Saat tam 08:00’dı. Yataktan yine bilgisayar başında sabahın 5’ine kadar oturmuş uykusuzluğuyla çıktım. Hemen saate baktıktan sonra geç kalmış olan sanki ben değilmişim gibi hazırlanmaya başladım. Aheste bir şekilde mavi gömleğimin düğmelerini ilikledim. Eteklerini, içliğimin belinin üzerine saldım. Gri kumaş pantolonumu etekleri içeri sokarak giydim. Soğuktu buranın havası. İçlik giymeden dışarı çıkmak romatizma hastalıklarına davetiye çıkartmaktı. Bugün aslında bu içliğin pek bir önemi yoktu. Üzerimi giyindikten sonra dükkân kapısından tek farkı ev kapısı olan demir kapıyı kapadım ve çıktım. Bugün bu çıkışın bir anlamı olmalıydı. Öğretmen evine gidip arkadaşım İbrahim’i aldım. “Emanet yanında mı?” diye sorduktan sonra doğru işkembeciye gittik. Bol sarımsaklı yedim. Uzun bir aradan sonra sarımsak bu kadar güzel gelmemişti. Mutlu olmuştum. İbrahim pek konuşmayı sevmeyen birisiydi. Emanetin olup olmadığı konusunda hala bir cevap alamamıştım ve soruyu tekrarladım. “Evet” dedi ve sustu yine. Sırt çantamı açıp ona doğrulttum ve içine koydu. Okula gelmiştik. Herkes derste ve aradığım cesaret üzerimde değildi. Sınıfa girdik. Hoca yine yok yazmamış. “Ayıp be oğlum. Sabah sarımsak mı yenir? Gidin aşağıdan diş fırçası alın ve macun bulun dişlerinizi fırçalayın” dedi hoca. Umursamaz tavrımla yerime geçmiştim. “Hocam sarımsak ağız kokusu değildir. Mideden gelir.” Cevapsız kalan bir yorum kattıktan sonra cesaret toplamak için canımı sıkan olayları düşünmeye devam ettim. Teneffüs zili çalmış. İbrahim elinde 2 gazozla geldi. Ardından sınıf arkadaşlarım geldi ve bana alaycı tavırlarla dalga geçme seansı başladı. Onları iplememek için elimden geleni yapıyordum ama onlar çocuk bense ergendim. Dayanamıyordum artık. Her teneffüs benimle dalga geçen sözler, el kol şakaları canımı sıkmaya yetiyor ve onları öldürmek istiyordum. Öğlene kadar her teneffüste salaklık seansları devam ediyor ve moralim her defasında en az bir kat bozulmaya devam ediyordu. Öğlen yemeğinde bu sefer tokluk seviyem dolgun olduğu için tekele gidip Hüseyin abiden borçla 4 bira ve 20 cc’lik kanyak aldım. Önce kanyağı içtim. Hayatımda ilk defa sek kanyak içmiştim. Dişlerimi geçip, dilime bulaşan kanyak onu yakarak yemek borumdan mideme inene kadar yanmalara devam etti. Mide kapakçığımın açılıp kapandığını hissetmeye başlamıştım. Ve artık kanyağın ilk yudumu mideme inmişti. Artık sek kanyağın tadını almaya başlamıştım. Şişenin dibini gördüğümde ilk yudumla son yudum arasında tam 17 dakika geçmişti. Artık biranın ilkini açmam için hiçbir engel yoktu. Bir buçuk saatte tam 20 cc kanyak ve 4 bira beni tam anlamıyla çakır etmişti. Aslında sarhoştum. Öğleden sonra askeri intizamın dağıldığı anları her gün yaşıyorduk. Herkes tam 13.30’da sınıfında oluyordu. Sabah erken saatlerde bir arada olan topluluk tamamen beynelmilel takılıyordu. Bu gerçekten hoştu. İlk dersimiz Sivil savunmaydı ve Coğrafya hocası bize askeri rütbeleri öğretiyordu. Bu dersten başka bir şey anlamıyordum. Sonra ki ders hayatımda etkisi büyük olan Almanca hocasının dersiydi. Ben ondan, o da benden nefret ediyordu. Sorduğu her soruya dersle alakalı olsa da, olmasa da bildiğim doğru cevabı veriyordum. O ise her defasında bana kızıyordu. Çünkü benim doğrularım onun canını acıtan gerçeklerdi. Zil çaldı ve son teneffüse girdik. Bu teneffüs çok insan için mutluluğun resmedildiği güzel bir anı olarak kalacaktı. Yine sınıfın saçma sapan üzerime gelmeleri devam etti. Zil çaldı ve derse girdik. Hiç kimse birazdan olacakların farkında değildi. Ama ben artık başlaması gerektiğini düşündüğüm gözdağı operasyonuna artık kilitlenmiştim. Tek beklentim hocanın derse girmesiydi ve o da gelmek üzereydi. Hoca artık sınıftaydı ve ilk olarak silahı çantadan çıkarıp ağzına mermi vermek elimdeydi. Usulca silahı çantadan çıkarıp, bir anda tahtaya doğru hareketlendim ve mermiyi silahın ağzına verdim. İlk başta kimse anlayamadı. Sonradan yüzlerinde ki korku dolu bakışlar silaha yönelmişti. “Hocam sen benim yerime geç. Kimse kapıya ya da bağırmaya yeltenmesin. Kahramanlık yapmak isteyen yanıma gelene kadar mermiyi yer.” Dememle sınıfın ağır abisi kahramanlık yapmaya kalktı ve can havli ile ona sıktım. Okulda silah sesi yankılanmış olmalı. Ağır abimiz benimle en çok dalga geçen en ergen kişiydi. Saçları kıvırcık ve elmacık kemikleri kırmızıydı. Genellikle kırmızı marul dendiği için kendisine çok kızar ve söyleyenleri salakça birkaç tokatla sindirirdi. Artık kırmızı marul olduğu yere yığılmıştı. Çığlıklar arttı. “Kimse kıpırdamasın. Bunu o istedi. Dokunan olursa ona, sırada ki mermiyi yer.” Kızlar ağlamaya erkekler ise tedirginlikten kıvranmaya başlamışlardı. Sınıfın en temiz insanı olan Leyla’ya “Sen dışarı çık kapının önüne. İçeri giren olursa mermiyi beynine yiyeceğini söyle. Giderken de önde ki sıraları kapıya kadar taşı” dedim. O sırada en nefret ettiğim sözde playboy olan çocuğa “Sende kalk ve o sıraları düzgünce kapının arkasına yerleştir. Önde oturanlar arkaya geçsin. Kimse yer de ki cesede dokunmasın. Sıraları kapıya kadar gönderin ama siz gitmeyin” dedim. Artık olay başlamıştı. Hiç korkum ve heyecanım yoktu. Tamamen gündelik rutin bir iş yapıyormuş gibi ilk olarak hocayı çağırdım ve yüzü bana dönük diz çökmesini istedim. Benden özür dileyecek ve “öldürme beni!” diye yalvarırken kafasına mermiyi yiyecekti. Nitekim de öyle oldu. Sırayla sınıfta olan tüm erkekleri gözüm kırpmadan vurdum. Sınıfımızda benimle birlikte 11 erkek vardı ve hepsi birer kurşunla ölmüştü. Kapı zorlanıyor, dışarıdan diğer hocaların sesleri geliyor ve sınıfta ki kızlar bayılmışlardı korkudan. Dayanamadım son kalan 3 merminin 2’ sini kapıya sıktım ve bir yaralanma olduğuna dair sesler yükseldi. Polisler gelmişti ve artık kimseyi uğraştırmayacaktım. Cebimde ki 1 cümlelik kâğıdı çıkarıp öğretmen masasına koydum. Tanrının intihar edenleri kabul ettiği o eşek cennetine biletimi kontrol ettikten sonra ölenlerin yaşayıp yaşamadıklarını kontrol edip, tek mermiyi de kalbime sıktım. “Sizi budala herifler, hepimiz aynı gün öldük ve bunu sizin büyük bavulunuzda yer alan küçük hayallerinize ihanet olarak sayın”