Bana kaldığı için deliriyordum adeta. Herkes gitmiş, bir o kalmıştı. Gözyaşlarımı elleriyle silip, elindeki nem’e bakıp gök gürültüsüne meydan okuyordu çığlıkları ve kahkahalarıyla. Defalarca gitmesini istemiştim, ben başkalarına karşı ne kadar yüzsüzsem o da beni bırakmamak konusunda bir o kadar yüzsüzdü. Kumral upuzun saçlarımı kestiriyordum onunla bir arada olduğumuzdan beri, uzun saçlarımın güzelliğinden dem vurup saçlarımı ellerinin arasına alarak bana beni çok sevdiğini söyleyen biri yoktu ki, yine ondan başka. Söylemesin istiyordum, dokunmasın artık şimdilerde kısa olan saçlarıma. Saçlarımı kısacık kestirmiştim bin bir insanın bin bir yokluğunda. O benim sülaleme sövüş, edepli terbiyesizliğime çelme takıştı; bir nefretti o, hiç gitmeyen, hep yanımda kalan… Kalemimden ona aksın gitsin istiyordum çaresizliklerim, benden çaldığı tebessümler bedavaydı nasıl olsa; otuz iki dişiyle meydan okuyordu hayatıma. Sonra bir gün en sevdiğim denizyıldızımı da benden çaldığını fark ettiğimde denizlerin nefret dolu öyküsü oldum. Her dalgalanışlarında ona sövüp, beni dalgalarıyla dövüyorlardı. Bir azap kuyruna girmiştim ki onsuz çıkamıyordum! Ekmek kuyruna girer gibiydi sanki, onca kalabalıkta bir parçasına hasrettim yaşamın. İstediğim yaşamı o benimleyken bana vermiyordu hayat. Gitsin istiyordum, gitsin ve bana bulaşmasın bir daha. Sevdiğim insanların Mürvetlerine şahit olmuştum çok defa, arkadaşlarımın gelin çiçeklerinden dökülen yalnız bir yaprak olmuştum. Onu yazmak için çıldırıyordum adeta, yazarsam ve ona haykırırsam onu istemediğimi anlar belki de artık giderdi.
Ben de güzeldim ve ben de pekâlâ da sevilebilirdim hem hayat; hem hayatın içindeki insanlar hem de en çok kendim tarafından. Uyuyup, bu sabah tekrar hayata “günaydın” dediğimde utanmadan bir de beni yanağımdan öptü. Yastığımda uyurken yastığıma damlattığı salyaları duruyordu. Bir köpek gibiydi, önüne atılacak olan kemiklerin ihtimaliyle bile can bulan… Ben ona kemik atmıyor, kemiğimden arta kalan sonsuz beden israfımı da onda tüketiyordum. Çürüyordum. Sonbahar yaprakları nasıl soluyorsa ben de soluyordum. Koklanmamak bu kadar hoyratça yolcu eder miydi yaprakları, peki benim ne günahım vardı? Sanki hayat yolu filminde görmüştüm sevdiğim adamı, bir başkasının elini tutup objektiflere poz verirken beni unutulmuşlarının arasına bir kez daha ekliyordu. Sağ gözümden damlarken gözyaşlarım, yanağımda nem’i kalmıştı gözyaşlarımın. Öylece akıp gitmek istemiyordu ansızın, beni onunla bırakmak istemiyordu.
“Ne zaman gideceksin?”
“Günaydın kahverengilerle donanmış mevsim çiçeğim, günaydın…”
“Kes şu zevzekliği! Yastığıma salyanı bulaştırmışsın bir de utanmadan.”
“Ah… Sana kızmak hiç yakışmıyor özrü kabahatinden büyük ürkek sevdiğim…”
“Defol git şuradan! Git artık, git!”
“Ne o, yine dün geceden mi kalmasın? Yine mi baktın hayırsızlar okulu bölüm birincisi muşmula sevdiğinin sensiz geçen mutlu hayatına! Ah şu sosyal medya… Eskiden böyle miydi? İnsanlar ayrıldıktan sonra birbirlerinin nerede kiminle olduğunu dahi bilemezlerdi, şimdi kim nerede kiminle kimi unutmaya çalışıyor; hepsi biliniyor. Kız, dur bir de ben deneyeyim şu zımbırtıyı. Hayatımın mutluluğu asrın çiçeği yaşamak bensiz ne yapıyor?”
Onun laf cambazlığına erişemeyeceğimi anlayınca yatağımdan kalkıp yere çöktüm ve hıçkırıklarla ağlamaya başladım. Bir ben miydim kalbine yabancı, kendine kayıp aranıyor ilanı veren kendine yabancı insan?
Bir ben mi toparlayamamıştım kendimi, bir ben mi biriken bulaşık yığını gibi öylece kalakalmıştım lavabo hayatımın kokuşmuş berbatlığında?
Hıçkırıklarla ağladığımı görünce vicdanı sızladı belli ki. Yanağıma dokunup gözyaşlarımı sildi, sonra hiç acımadan kahkahalarla gülerek gözyaşımın tuzunu tatmak istedi. Ben deniz miydim ki, gözyaşlarım birinin damak tadına hitap edecekti ben ağlarken? Ah… İnsan kendine ne kadar da kalabalıktı…
Mademki benden bu kadar çok vardı, neden onunla hayatım boyunca hep yalın hâlde yalnızdım?
Gözlerim buğulu bir şekilde baktım simsiyah gözlerine, kahverengiden eser kalmamıştı. Yalnızlığın rengi hep mi siyahtı?
Kollarında siyahlık, gözlerinde siyahlık, bacaklarında siyahlık, otuz iki diş poz verdiği anda dişlerinde bile siyahlık vardı. Yalnızlık hep mi koyu kalabalıktı?
“Lütfen yalnızlık, git artık. Ben senin yârin olamam, uykusuz gecelerinde başını okşayıp seni ninnilerimle uyutamam, yalvarırım git… Sen kendin olarak da yalnız kalabilirsin. Benim daha seveceğim bir sürü insan, sevilebileceğim bin bir türlü insan var. Nefesinin buram buram ayrılık koktuğu aymaz saatlerde namussuzlukla suçlanmaktan bıktım. Git…”
Kolundaki simsiyah saate baktı. Saat yalnızlığa beş vardı.
“Vaktimiz geliyor. Haydi önce bir kahvaltı yapalım” diyerek odamın kapısını hafifçe kapattı.
Pencereden dışarı baktım, sonbahar yaprakları sarı siyahtı sanki. Asfaltta yalnızlığın ayak izleri, işte o da yine simsiyahtı! Doğarken adımı gönül sürprizi koyacakmış anam, yalnızlığın dişini kırınca mahallenin bir delisi; yalnızlık da o günden sonra kafayı bana takmış herhal…
Gönül sürprizi yalnızlığın meskeni oldu, çok severken her şeyi ve herkesi; dilim damağım çikolatalı bir yaş pastanın siyahına vuruldu da her dem yalnızlığı konuşur oldum sanki.
Düşlerim vardı, konu komşuya rezil olmasaydım eğer. Baldırı çıplak arsız hayaller ordusu beni kovaladı da gerçeklerin nihayetine erer oldum. Çok konuşulacaktım, çok sevilecek, çok aranacak, çok özlenecektim ben daha. Elim kalem tuttuğunda kalemim bile benimle konuşacaktı.
Yanına gitmeyince ben, daha fazla bekleyemeyerek odamın kapısını adeta tekmelercesine açtı.
“Haydi ama! Kahvaltıyı hazırladım ben, menümüzde yalnızlık zeytini, yalnızlık peyniri, yalnızlık reçeli ve bir de yalın ekmeği var. Nasıl, beğendin mi?”
Bir de utanmadan benimle dalga geçiyordu. Terliğimi ona doğru fırlattığımda terliğimi yakalayıp yere atarak ayağının altında ezdi ve “Kara terliğin yaralandı, haydi onu iyileştir. Kendini iyileştirebildiysen tabii” dedi.
Kendi yalnızlığının doktorluğunu, hemşireliğini, öğretmenliğini, yazarlığını, kimsesizliğini yapan biri terliğinin yırtılmışlığının söküklerini bir terzi gibi dikebilir miydi ki?
“Gel, seninle bir anlaşmaya varalım. Bugün beni yeniden hayatla tanıştır, daha önce ona hiç sarılmadığım kadar sarılayım. Onu çok sever ve onun tarafından da çok sevilirsem beni bırak, olur mu?”
Sağ eliyle çenesini ovuşturup, sol kaşını da havaya kaldırarak bana baktı.
“Hayatla doğduğun gün tanışmamış mıydın sen? İnga diyerek ağladığında ve popona vurduklarında konuşamasan bile içinden söz vermemiş miydin hayata onu hep çok seveceğine dair?”
“O zaman daha bebektim! Böyle bir şeyi nasıl olur da düşünebilirdim? Haydi, gel bir şans daha ver bana. Sevilmeye öyle açım ki, sanki bütün bir ömrümün en güzel öğünlerini yalnızlığı yiyerek geçirmiş gibiyim. Bana bunu daha fazla yapma ne olur, haydi…”
“Bebekler düşünemez mi sanırsın? Kundak serüveninde sadece büyüklerinin uyutuşlarını, annelerinin emzirişlerini ve güldürmek için yaptıkları şebeklikleri mi seyreder sanırsın? Sen, doğduğun gün söz vermiştin hayata; onu layıkıyla yaşayacağına dair… Sözünde durmadın ve artık bana muhtaçsın.”
Elimde kanser olmuş kimsesizliğimi tutuyordum sanki, yumruğumu sıka sıka sinir müdavimi olmuş gibiydim.
“Her insan ikinci bir şansı hak eder”
“Öyle mi diyorsun? Lafla peynir gemisi yürümez be güzelim, hayatı gerçekten yaşamak demek yalnızlıktan gitmesi için izin istemekle değil; şu kapıdan koşarak çıkıp gitmekle olur. Sen de bunu yapmadığına göre hayatı yaşamaya layık değilsin. Hâlâ ürkek bir serçenin yaralı kanadının pansumanlaşmamış hâli gibisin… Büyü de gel çocuk, büyü de gel!”
Başımı sessizce önüme eğdim. Pencereden başımı uzatıp “İmdat” çığlıkları atsam kâbus dolu yalnızlıktan kendimi kurtarır mıydım ki?
Duvarlar da kahkaha atmaya başlamışlardı, ya da iç sesimin suskun çaresizliğinden ben öyle sanıyordum. Yalnızlık ikramiyesi bana çıkmıştı, sanki sayısal loto’yu tutturmuştum da kazandığım paraların hepsini bütün insanlardan saklıyordum. Benden başkasına kalmaz mıydı o hiç, benden başkasına bu kadar zulmetmez miydi? Yoksa herkesin bir kötü kalpli incinmiş yalnızlığı var mıydı?
Hayatımı ütülemiş, ütülerken yakmış gibiydim. Üstüme olmuyordu yalnızlıktan başka hiçbir değer; yalnızlığın bir değeri var mıydı? Gitmesini istiyordum, hem de çok istiyordum. Belki de haklıydı, gitmesi gereken o değildi; bendim. Bir türlü şu kapıdan çıkıp gidemiyordum.
Kapıdan öylece çıkıp gidip hayatla karşılaşınca ona ne söyleyebilirdim ki? “Kusura bakma hayat, sana verdiğim sözlerin hiçbirini tutamadım; çürük dişlerimi çektirmeden sana, yepyeni çürük dişlere sahip oldum, sonunda ikramiyesi bol yalnızlık bana çıktı” mı? Hayat bile gülerdi bu sefil hâlime.
Ağlamaklı kalemimde koca harflerle “Yalnızlık ederi kadar değil; yalnızlığı sevenin ederi kadardır” yazıyordu. Suladığım balkonumda gözyaşlarımın nemli akşamlarından kalma bir yakamoz belirmişti sanki, balkona yakamoz vurur muydu ki?
Hangi ay, hangi gün, hangi zamanda yaşamak bana yeteri kadar, değerim kadar, hiç ağır olmadığı kadar güzel gelirdi ki? Ona küs bir şekilde bu dünyadan göçüp gitmek istemezdim, istemem ki…
Birdenbire gitmek eylemi ebediyetin cehennem çığlığı oldu, yankılandı beynimde. Gitmek… Ben şu kapıdan çıkıp hayata sarılmasam, sarılamazsam, bir gün elbet çıkıp gidecektim bu kapıdan; hem de ebediyetin yalnız mahkumluğuna… Bu yüzden ne yapıp ne edip ebediyete şarkılar yazmadan arabesk kotasını doldurmadan hayata sarılmalıydım. Koştum, yalnızlığa çarptım; yere düştü, sanırım kolunu kırdı. Tam bana çelme takıp beni yere düşürecekken son anda rotamı dış kapıya çevirdim, kapıyı hızlıca açıp, yalnızlık apartmanının sulu göz merdivenlerinden koşarak inmeye başladım.
“Hayat! Hayat! Hayat! Bekle beni, geliyorum.”
O kadar hızlı adımlarla iniyordum ki merdivenlerden, korkum; yalnızlığın ne şekilde olursa olsun beni yakalayıp yine kendi çemberine almasıydı. Son bir basamak kalmıştı kendimi dışarı atmama; son bir adım kalmıştı hayat’a…
Adımımı atacakken kalakaldım öylece sulu göz merdivenimin son basamağında; hayat da bir başkasının elini tutuyordu çünkü. Hayat da onu terk edip çekip gidenleri en az insanlar kadar affetmiyordu.
Sağ elinin yüzük parmağında mutluluk alyansı vardı; küçük bir kız çocuğuyla mutluluğa uzanan yolculuğun ilk adımını atmışlardı. O küçük kızın kumral upuzun saçları vardı. Gözleri aynı benim gözlerim, boyu o küçücük yaşımın küçücük boyu ve bembeyaz elleri bembeyaz ellerimin ufacık hâli…
Hayat benden önce, bu yaşımdan önce çocukluğumu mu seçmişti yani? Bir bebeğin verdiği sözü tutamadığı zamanda çocuğa güven olur muydu ki?
Küçük kız hayatın elini bırakıp bana doğru koşmaya başladı. Bana sarılıp beni öpecek sandım. Teğet geçti; bana çarparak sulu göz merdivenlerden yukarı çıkmaya başladı. Hayat’ın gözlerinde şemsiyesiz sağanağa yakalanmış bir gencin sırılsıklam olmuş yine de rahatlığından ödün vermemiş bir o kadar da korkmuş hâli vardı.
“Hayat… O seni terk etti. Yukarı çıktı, yalnızlığın yanına koştu. Ama bak, ben buradayım.”
Hayat gözyaşlarını silmek için mendilini çıkarırken topal bir kedinin çaresiz miyavları duyuldu.
Sokak boştu, sokaklar yalnızlıktan payını almış her insana hep boştu, bomboştu…
Bu kez koşmadım, kedinin zehir zıkkım olmuş hayat öyküsü beni de vicdan azabıma bağladı; topallar gibi yürüdüm hayata, yürüdüm…
Sol eliyle “Dur” işareti yaparak beni durdurdu.
“Bana geleceksen topallayarak değil, koşarak geleceksin.”
“Peki, o vakit sen de mutluluk alyansını çıkar. Benimle yaşa, beni yaşat, benimle ol; sadece benim hayatım ol…”
Hayat, sağ elinin yüzük parmağından mutluluk alyansını çıkarıp kaldırıma fırlattı.
Ben de tüm cesaretimle olabildiğince hızlı, çok hızlı, aramızda bir saniyenin bile kavgaya davetiye çıkarmasına müsaade etmeyen hınzır bacaklarımla deliler gibi kollarımı iki yana açarak hayata koştum.
Sarıldık, ben yanaklarından öperken onu; o benim alnımdan öptü. Helâliydim artık hayatın, onu yaşamak, onu sevmek, onunla sevilmek ve onunla yaşamak gerçeği benim çabamdı.
Elimi uzatıp ona göz kırptım. Yalnızlık apartmanının yalnız penceresinden haykırış sesleri geliyordu.
Yalnızlık beni istiyordu yine; çıldırmışçasına bağırıyordu.
“Dur, gitme…”
Ona dönüp hayat’ın ellerini tuttuğumu gösterdim. Süzüldü, büzüldü, adeta bir çamura döndü yalnızlık; rengini kahverengiye değişti, kahverengi yalnızlığı sualsiz seçti.
Yalnızlık kahverengiye dönerse eğer tutkulu kırmızılar da yakında demektir. Siyah’ın matemi bıkıp kendini feda etmişse eğer mavili düşler de hep umut eden bizlerin demektir…
Dilara AKSOY