Adam tavanın yanındaki yumurtaları tek tek kırmayı düşündü. Yanında beliren kadın onu gülümseyerek itti, el becerisi sergilercesine iki yumurtayı birbirine vurarak iki eliyle aynı anda kırıp tavaya döktü. Kadın ellerini beze silerken gülümsedi ve mutfaktan çıktı. Adam tavayı karıştırmaya başladı. Isınmış tavadan cızırtılar yükseliyordu.
Masaya oturmuş, üzerinde “Yardım Malzemesi” yazan tereyağ, zeytin, peynir, ekmekten ve tavadaki yumurtadan oluşan kahvaltısını yapmaya başladı. Eli kahvesine gitti. Kupanın üzerinde “Dünyayı koru” yazıyordu. Ayağa kalktı. Bardağı bulaşıklar arasına bırakmayı düşündü, vazgeçip bir kahve daha hazırladı. Bu sırada bileğine sarılı cam saat alarm veriyordu. Alarmı susturduğunda 2023’ün 19 Mayıs’ında olduğunu gördü. Hemen arkasında kalan koltuğun yanına yaslı duran gelişmiş, ileri teknolojiye sahip görünen uzun namlulu tüfeğini aldı.
Çalışanların giriş yaptığı tipte bir turnikeye yaklaştı ve cebinden iki kart çıkardı. Seçip turnikeye okuttuğu, kart güvenlik ekranında da göründüğü üzere mutfaktaki kadına aitti. Güzel yüzün altında “Genetik Mühendisi” yazıyordu. İsmi “Ayça”ydı. X-Ray cihazından geçerken silahından dolayı alarm çaldı. Hiç kimse umursamadı.
Titreyen bir floresanın altında, soyunma odasında dolabını açtı ve giyinmeye başladı. Oturma birimine çıkıp asabını bozan floresana dokundu, ışık normale döndü. Belinden aşağıya sarkan kalın tulumunun kollarını omzuna doğru çekti, giyindi, açık kalan kısmı boğazına kadar dikkatle ilikledi. Soğumaya başlayan kahvesinden son bir yudum alırken sakallı yüzünü kaşıdı ağzının kenarını elinin tersiyle sildi. Kahve kupasını orada bıraktı. Dolaptan en son eldiven ve kaskını aldı, kapısını kapattı. Kapanan dolabın isimliğinde “İlker” yazıyordu.
“Teknik Depo” yazan kapının önünde durdu. Cebindeki iki karttan diğerini, gülümseyen fotoğrafıyla başka bir adama benzeyen kendi kartını okuttu. Malzeme kutularını açtı; askeri bir bilgisayar, özel kulaklık ve beline takabileceği kemerli alet çantasını aldı. Eli son olarak dünya görünümlü radyoya uzandı.
Sensörler yanan uzun bir koridorda ilerlemeye başladı. Koridor boyunca her adımında farklı bir sensör açılıp kapanıyordu. Özel kilidi olan kalın kapının önünde durdu. Eline eldivenlerini giydi ve bileklerinden kilitledi. Başına kaskını geçirdi, onu da boynuna kilitledi. Şifreyi girdi, ilk kapı açılıp kapanırken ikinci kapı için şifre giriyordu. Uzun süredir yaşadığı binanın en üst katında terasa çıkmıştı. Kaskının cam iç yüzeyinde sanal görüntüler oluştu. Radyoyu terasın ortasına bırakıp güç düğmesine açtı. Ön camda “Yeni aygıt tespit edildi” uyarısı çıktı. İlker’in sesli “Kabul” onayının ardından ekranda CD’deki şarkı listesi göründü. Deep Purple’dan “Child in Time” yanıp söndü, kulaklığından dinlemeye başladı. Sırtındaki silahı çıkarıp çok önceden yere sprey boya ile çizdiği “X” işaretinin üzerinde durdu, gözlerini kapattı, ezberinden bir şeyler söyledi. Gözlerini açıp nişan aldı.
Şehir kilometrelerce uzanan, artık kimsenin geçmediği sokaklar, caddeler, dışarı doğru uzanan karayolları ve adeta serpiştirilmiş boş araçlarla kaplıydı. Girişte duran panonun üzerindeki nüfus rakamı uzun süredir yanlıştı. Yeşillenmeye başlamış boş bir şehrin ortasında, korunaklı bir binanın terasından bir şeylere nişan alıyordu. Silahla bağlantıya geçen kaskın iç ekranı nişan aldığı her yeri geniş ekranda uzaklık ölçülerini vererek yansıtıyordu. Dünyanın geri kalanı kadar boş sokakları gözlüyordu. Bir şey dikkatini çekti. Ekranda “Kayıt Dışı” ibaresi belirdi. “Hedefle” dedi adam. Ekran silahın dürbünü ile bağlantılı zumlamaya başladı. Elini tetiğe götürdü ve arabasının direksiyonuna kafasını koymuş bir kadının kafasına nişan aldı. Tetiğe bastığında bir deklanşör sesi duyuldu. Kendi kendine kaskıyla konuşmaya başladı; “Dünyanın hâlâ anlatılan en eski öyküsünü biliyor musun?” “Sorunuz anlaşılamadı…” “Merak etme, ben de bilmiyorum. Son bilen insan öldüğünde o hikâye de sonsuzluğa gömülmüş olmalı”. Bir süre sustu. “Ama sanırım, büyük ihtimalle sonuncusu benim hikâyem olacak… Yaşayan ve anlatan benim. Kimse ile paylaşamıyorum. Dinlenmiyor, anlatılamayacak.” Terasın dört yönünde, sabit hedef alabilmek için çizilmiş “X” işaretleri üzerinde durup gözlerini kapattı ve her seferinde zihnindeki şeyleri kontrol edercesine mırıldandı. Gözlerini açtı ve bir kez daha tetiğe bastı. “Nasıl delirdiğimi kimse bilmeyecek. Hatta delirdiğimi kimse anlamayacak bile. Belki sadece sen.” Kasktan “Söyledikleriniz anlaşılamıyor?” cevabı geldi. “Önemli değil. Zaten farkı benden başka kimse bilmeyecek. Belki ben bile ne kadar delirdiğimi bilmiyorum. Biliyor muyum? Kiminle konuşuyorum?…” Kask tekrar etti. “Söyledikleriniz anlaşılamadı, lütfen tekrar deneyin.” İlker’in yüzünde saçma bir gülümseme belirdi.
“Hava koşullarını kontrol et!” dedi. Kaskın ön camına gelen veriler dışardaki atmosferi solumanın tehlikeli olduğunu gösteriyordu. Nişan aldı ve yine tetiğe bastı, aynı ses çıktı. Kaskın ekranında nişanlanan her şeyin fotoğraf vardı. Fotoğraflar şehrin haritası üzerine ataçlanan bir sürü konumlama, veriydi. Son “X” noktasına geçtiğinde gözlerini kapadı. Bu sefer ne mırıldandığı duyuldu: “Metro kapısındaki alışveriş çantası, cızırtılı televizyon, yanıp sönen sarı ışık, araba kokuları, oyuncak ayı, market arabası ve Gökhan…” dedi ezberinden. Gözlerini açtı. Elindeki silah görünümlü şey aslında alternatif avcılık için kullanılan bir fotoğraf makinasıydı. Son dönemde kan dökmeye karşı olan insanların, av hayvanlarını fotoğraflayarak avlanmak için kullandıkları bir araç. Kaldığı binanın dört tarafındaki her görüntünün haritasını çıkarıyor, değişkenleri, şeylerin hareket edip etmediğini kontrol edip şehir haritasına kaydediyordu. Gözlem yaptığı alanlar ve şeyler ormana dönüşmeye başlayan bir şehrin doğal bitki örtüsüydü adeta. Silahla yeniden nişan aldı; metro hattı, girişinde duran içi dolu alışveriş torbası, güvenlik kabinindeki cızırtılı televizyon, yanıp sönen sarı trafik lambası, arabanın ön cam aynasından sarkan araç kokusu, yakındaki okulun oyun parkı, bir şeye asılı duran oyuncak ayı, çok uzakta devrilmiş bir market arabası, kendi kendine açılıp kapanan sensörlü market giriş kapısı, kapının yanındaki camekanda duran “İNDİRİM REYONU!” yazısı olduğu gibi duruyordu. Değişken yoktu. Açılıp kapanan sensörlü kapıya yeniden baktığında buna sebep olan şeyin yerde yatan kurumuş, elinde bond çantası tutan kravatlı bir ceset olduğunu gördü. “Günaydın Gökhan” dedi. Her sabah yaptığı gibi. Ölmüş adamın boynunda duran isim kartına zum yaptı “Bugün nasılsın?” Silahı indirdi ve kaska yeni komut girdi; “CD çaları kapat, radyo kanallarını tara” dedi. Gözlerini kapayıp sırtını teras duvarına dayadı. Otomatik aramada sadece cızırtı vardı. Yıllardır olduğu gibi.
Kask “Olumsuz. Kanal durumu stabil.” uyarısı verdi. “İnternet. Mesaj tarama” dedi İlker. Askeri bilgisayarı ile iletişime geçen kaskta “Mesajlar” uyarısı çıktı. İç ekranda Dünya’daki tüm gazete yorumlarının altında, halkın görebileceği her platforma; Twitter, Facebook, Swarm, Instagram, hatta Goodreads ve Linked-in’e gönderdiği “Dışarda kimse var mı?” mesajı göründü. Değişken yoktu. Cevap yoktu. Ekranda “Olumsuz” yazdı.
İçeri girdi, özel, koruyucu sıvı püskürten spreylerin arasından geçti. Son istasyonda kıyafetini kuruttu. Dışarı çıkarken kullandığı kapıları kapattı, sonuncu kapının önünde, yürüdüğü sensörlü koridorun diğer ucunda soluk bir ampulün altında yere oturdu. Başlığını çıkardı. Silahı andıran fotoğraf makinasını duvara yaslayıp uzamış saçlı, sakallı yüzünü ovuşturdu. Titreyen ellerine baktı. Cebinden üzerinde “yardım malzemesi” yazan gofreti çıkarıp yemeye başladı.
Sensörlü koridoru geçti, ofis masaları arasından yürüdü. Laboratuvarın kapısını açtığında aydınlıkta çalışan bir sürü bilim insanı gördü. Duraksadı. Yüzünü ter kapladı. Nefes alışverişi hızlandı. Üşüdüğünü, başının döndüğünü hissetti. İnsanlar İlker orada değilmiş gibi hızla hareket ediyor, yüksek sesle konuşuyorlardı. Ne konuştukları anlaşılmıyor, adeta havada yankılanıyordu. Herkes işiyle meşguldü. Bir kadın dikkatini çekti. Sessizlik çöktü. Arkası dönüktü. Sarı saçlarını kulağının arkasına doğru ittiriyordu. Kadın yüzünü ona doğru döndüğünde Ayça ile göz göze geldi. Ayça onu tanımamış gibiydi. Geçip giden tanımadığı birine bakar gibi. İlker Ayça’yı tanıyordu. Çıkışa yöneldi. Tam oradan çıkacakken durdu ve yavaşça geriye dönüp baktı. Laboratuvar karanlığın içine gömülmüş, darmadağın edilmiş, eşyalar parçalanmıştı. Sessiz ve kasvetliydi. Yanındaki masanın üzerinde bir yangın baltası duruyordu. Oradan ayrıldı ve ecza dolabına gitti. Floresanlarla aydınlanan, ilaçlarla dolu bir salondaydı. Parmağı ile kavanozları kontrol ederek ilerledi ve üzerinde “Dikkat” uyarısı olan yeşil kutulardan birini aldı, içinden iki hap aldı.
Çıkardığı kalın tulum ve kaskı birkaç metre arayla zeminde duruyordu. Aldığı hapları tuvaletteki aynanın önünde yuttu. Saça ve sakala karışmış yüzündeki gözlerine yakından baktı. Derindeydiler. Göz akları kan çanağı gibiydi. Uzun süredir kendine bu kadar yakından bakmadığını düşündü. Karşısındaki adamı tanımakta zorlandı. Kendi imalatı arıtıcıya bağlı musluğu açtı. Tanıdık bir kadın sesi “Toplam bir dakika süren var” dedi. Su kaba doluyordu. Aynanın kenarında iliştirilmiş fotoğrafa, eski haline baktı. Üzerinde tekniker tulumu, aynı departmandaki arkadaşları ile gülümsüyordu. Sakalsız, düzgün saçlarıyla ayın çalışanı gibiydi. Arkasındaki binada “Salgın Hastalıkları Önleme Genel Merkezi” yazıyordu. Eski iş yeri, şimdiki evinde basit bir teknikerdi. Kap dolmuştu. Tıraş jelini kafasına ve sakalına sürüp kabarttı. Beyaz köpüklere bürünmüş kabarık saç ve sakalıyla Noel babaya benziyordu. “Hoooh Hoohh Hooo!” dedi kendi kendine. Gülmedi. Tıraş olmaya başladı, bitince duşa girdi. Musluğu açmadan önce kararsız kaldı. Apliği çevirdiğinde kadının yüzünü gördü, sesle aynı anda “Toplam bir dakika süren var.” dedi ses. Koca arıtıcıdan geçen su vücuduna dökülmeye başladı. Arıtıcı yeniden uyardı; “Su zarar verme sınırına yaklaşıyor, 30 saniye içinde kapat.” Aynı sesti. O arıtıcıyı yapmış Ayça seslendirmişti. Bu esnada arkasında, bedenine sarılan kadını, Ayça’nın ellerini hissetti. Erkekliği uyandı. Arıtma son defa yine uyardı; “Son 15 saniye”. Kadın adamın geniş sırtını öptü ve uyarmak istercesine birden kolundan tutup çevirdi. “Kapat şu Allah’ın belası suyu” dedi. Suyu kapattı. Kadın artık yoktu. Duştan çıktı. Tuvalete oturdu. Tuvalet kağıdının bittiğini fark etti. Kalan kısmı çöpe attı. Aynanın karşısına geldiğinde top sakallı kel bir adam vardı karşısında. “Kim görecek ki? Bugün bendeki değişikliği kim fark edecek?” diye sordu kendi kendine. Yerdeki kaska baktı “Belki sen…” dedi.
Dağınık bir yatak. Etrafında çok sayıda, ortaya saçılmış kitap. Kitapların çoğu biyoloji, kimya ve ileri genetik mühendisliği üzerineydi. Şehir kütüphanesine yürümeyi düşünüyordu ama uzak olduğu için her seferinde erteliyordu. Sabah oturup kahvaltı ettiği masa ortada duruyordu. Bir köşeye yerleştirilmiş bilgisayar ve birkaç ekranın asıldığı geniş duvar tam karşısındaydı. Yumurtayı yaptığı ocağın tam karşısında bir derin dondurucu kapısı vardı. Yatağının yanındaki duvara insanların özel, toplu fotoğrafları asılmıştı. Dairesi korunaklı bir mutfaktan ibaretti. Masasında oturdu, öğle konservesini yemeye başladı. Bir kaşık daha aldıktan sonra gözü derin dondurucu odasının kapısına, kapının ortasındaki cama kaydı. Üzerinde “Yardım Malzemesi” yazan mühürleriyle çeşitli et ürünleri görünüyordu. Bir süredir et yemiyordu. Masada karşısında oturan, gülümseyen kadını gördü. O da Ayça’ya gülümsedi. Karşılıklı, sessizce oturmuş konserve yiyorlardı. Ayağa kalktı. Karanlık koridorda “Kafeterya Ürünleri” yazılı kapıyı geçip “Temizlik Ürünleri” yazan kapıya ulaştı. Kendi kartını okutup içeri girdi. Devasa depoda “Tuvalet Kağıdı” yazan kutunun içinden bir rulo aldı. Tuvalete gitti, yeni ruloyu taktı ve dişlerini fırçaladı. Yatağına uzandı ve elindeki bilgisayarla artık kimsenin kullanmadığı internet üzerinden dizi indirmeye başladı. Artık kimse internet kullanmıyordu. Yüzlerce dizi izlemişti. Birini seçti.
Ertesi gün ve ondan sonraki gün. Zaman aynı sabahlarda aynı işleri yaparak geçti. Yeni bir konserveyi açmak üzereydi. Konserve yemekten bıkmıştı. Dondurucuya doğru yaklaştı. Camı silip etlere baktı. Gözlerini kapadı. Ayça’nın yüzünü hatırladı; beyaz kıyafetleri içinde duvarları cam bir toplantı odasında bilim adamları ile tartışıyordu. Tekniker İlker laboratuvardan geçerken bir anlığına bile olsa kadınla göz göze gelmişlerdi. Ayça İlker’i henüz tanımıyordu. Sonra o gün geldi. Sokaklarda yankılanan çığlıkları duyuyorlardı. İnsani yardım ve felaket sonrası müdahale gerekçesi ile demir metal panjurların kimseyi içeri almadan kapanışını dün gibi hatırlıyordu. Arkadaşlarının ve pek çok bilim adamının ölümünü görmüştü. Gittikçe kuruyan bedenlerini. Binanın zemin katlarına kaçışlarını. Geriye kalan 13 kişi. Bu binaya kapandıktan sonraki ruh hallerini, gerilimlerini, beraber ve sonra birbirleriyle mücadelelerini hatırladı. Gözlerini açtı, elini dondurucunun kolundan çekip gerisin geri döndü ve konserveyi açtı. Masanın karşısında ona dönük duran kaskına baktı, “Ben yaşlansam, ölsem bile arkada çok malzeme kalacak. Dış kapıyı açık bırakmalıyım. Belki…” Kendi söylediğine inanmadan; “…birilerinin ihtiyacı olur… Kim bilir?” dedi. Titreyen dudağının kenarında son kaşıktan kalan bir parça yemek vardı. Tam O eliyle silecekken Ayça’nın eli araya girip yanağını okşadı ve dudağını sildi. Gözünden yanağına doğru bir damla yaş aktı. “Defoool!!” diye bağırdı ve masaya sert bir yumruk indirdi. Başı masaya düşmüş, ağlıyordu. Yanında kimse yoktu…
İlaç deposuna gitti ve aynı haplardan iki tane daha aldı. “Dikkat” uyarısının altında “Yeşil reçete ile verilir – Antidepresan” yazıyordu. Hafif uzamış sakallarını kesmek için yeniden banyoya girdi, tıraş oldu. Duştaki arıtma yine “Son 30 saniye!” alarmı verdi. Son taktığı tuvalet kağıdının bittiğini fark etti. Kalan parçasını çöpe attı. Depoya girdi ve elini “Tuvalet Kağıdı” yazan kutuya attı. İçi boştu. Etrafına baktı. Odalarda dolaştı, tuvalet kağıdı aradı. Yoktu. Bir süre umursamadı, mutfaktan bozma odasına gidip dizi izledi. Ani giren sancıyla beraber birden midesini tuttu “Allah’ın cezası konserveler!” dedi; “Barbunya yememeliydim.” Tuvalete gitmesi gerekiyordu. Çaresizce kıçını silebileceği bir şeyler ararken gözü “Genetik Mühendisliği” kitabına kaydı. Sayfalarından tuvalet kağıdı yapıp yapamayacağını düşündü. Sert sayfaların poposunu acıtacağını bilmesine rağmen kıvranarak yerden aldı ve tuvalete koştu.
Poposu acıyordu. Tüm aramalarına rağmen tuvalet kağıdı bulamamıştı. Terastan yeni dönmüş, üzerinde özel kıyafeti, diğer elinde kaskı ile derin dondurucu odasının önünde duruyordu. Elini kilide uzattı. Bakmadığı ve kontrol etmesi gereken son yer bu soğuk odaydı. Kapısını açtı. Çok uzun süredir girmediği oldukça büyük soğutucuya girdi. İçerisi soğuktan tütüyordu. Karşısında Ayça duruyordu; “Neredeydin? Burası çok soğuk…” dedi ve İlker’e sarıldı. Kapalı gözlerinin ardında 11 kişinin yavaş yavaş ölümlerini gördü. Sadece Ayça ve İlker hayatta kalmıştı. Birbirlerine olan ilgilerini, nasıl sevgili olduklarını, mutfakta et ve şarap ile yedikleri romantik yemekleri, beraber, birbirlerinin göğsüne yatarak izledikleri dizileri hatırladı. Şehvet dolu sevişmelerini ne kadar özlediğini düşündü. “Koca dünyada geriye sadece iki kişi kalmış gibi…” diye mırıldandı. “Her biri insanoğlunun son sevişmesi olabilir…” Gözünü açtığında önünde sadece etler vardı. Sonsuza doğru giden asılı etler. Kendi ismini duydu “İlker?” İki kol arkasından beline dolandı ve eller göğsüne doğru uzandı. Sarı saçlar sırtına düştü. Ayça’nın dudaklarının sırtında dolaştığını hissetti. Yavaşça arkasını döndü. Yerde özel olarak torbalanmış 12 ceset vardı. En zoru 12’inciydi. Yere çömeldi ve özel koruma içindeki cesedin yüzünü açtı. Ayça’ydı. Sevdiği kadın. Yüzüne dokundu. Sarı saçlarını kulaklarının arkasına doğru ittirdi. Ağlamaya başladı. Bir an ceset torbasından çıkıp yüzünü öpmeye başlayacağını hayal etti.
Ayça ölmeden önce ne tür bir felaket yaşandığını çözmüştü; İlker onu laboratuvarda ağlarken bulmuştu. Neden üzgün olduğunu öğrenmek istemişti. Israrları sonunda kadın “Bu bir virüs! Bitkilere dokunmuyor. Sadece insan ve hayvan vücudunda barınabilen, hücrelerdeki oksijeni tüketen bir şey.” demişti. “Bu çok önemli bir gelişme sevinmemiz gerekmiyor mu?” demişti İlker. Ama Ayça çok üzgündü, hâlâ ağlıyordu. “Atmosferin içinde” diye başladı söze Ayça “…kendi bedenlerinde boğuluyor insanlar. Ve, bu insan yapımı!” İlker dalgınlaşmıştı. İçinde hissettiği öfke tüm laboratuvarı dolduruyordu. “Beni dinliyor musun İlker?” dedi Ayça. O esnada İlker gidip “Yangında Kırınız” yazan camı bir yumrukta kırdı. Eli kanıyordu. “İlker ne yapıyorsun?!” Kanayan sağ elinde tuttuğu baltayla masalara saldırmıştı. Laboratuvarı nasıl dağıttığını, eline geçirdiği yangın baltasıyla kırdığı tüpleri, mikroskopları, ekranları hatırladı. Karanlığın, kasvetin içinde boğulmuş laboratuvar onun eseriydi. Ayça ona sarılmış sakinleştirmeye çalışıyordu. O öldükten sonra kentte, bu devasa özel tesiste tek başına kalmıştı. Karşılaşmak istemediği şeyle, Ayça’nın ölümü ile yeniden yüz yüzeydi. Bir süre orada kaldı. Üşüdüğünü hissetmiyordu, içi yanıyordu.
Derin dondurucuda da tuvalet kağıdı yoktu. Kapattığı kapının önüne oturmuş sarhoş olmaya çalışıyordu. Cam bilekliği saatin gece yarısını geçtiğini haber verdi. Takvim kısmından felaket gününün tarihini seçti. “Hesaplanıyor” yazısının ardından “7 yıl 27 gün” ibaresi belirdi. 7 yıl 27 gündür bu binadaydı. Bilgisayarın yanına gitti. Üzerinde “İnsanlar” yazan CD’yi DVD bölümüne yerleştirdi. Soyundu. Oda ekranlardan yansıyan görüntülerle aydınlandı. Binanın tüm güvenli kameralarındaki eski, doğal hayata dair kayıtlar oynamaya başladı. Üzerinde sadece şortuyla oturmuş göğsüne bastırdığı viskiyi yudumluyordu. İzlemeye başladı; bir kadın elinde o her gün gördüğü ayıyı tutan çocuğu elinden tutmuş, arabadan indirmiş okula uğurluyordu. Okul girişine, parktaki çocuklara, sokaklarda yürüyen insanlara hayranlıkla, farklılıklara, kalabalıklara dair özlemle baktı. İlerdeki alışveriş merkezini, arabaların yanaşışını, alışverişini yapmış, tekerlekli büyük alışveriş arabaları ile sensörlü kapıyı geçip markete giren insanları hüzünle izledi. Bunlar yakın çevresindeki insanlığa dair son görüntülerdi. Sonra eli “İleri” tuşuna gitti. CD cızırdadı. Sona yaklaştı. Durdurdu, biraz geri aldı. İnsanlar birden bire yere düşmeye başlamıştı. Önceden tespit ettiği, kontrol ettiği her eşya düşen bir insanı niteliyordu adeta. Kaçıyorlardı. Kaçmaya çalışıyorlardı. O şey onları yakalıyor ve yere seriyordu. Güvenlik görüntülerinde “Salgın Hastalıkları Önleme Genel Merkezi”nin metal koruma panjurları kapanıyordu. Yüzlerce insan çaresizce kapıları yumrukluyordu. Yere düşüyorlardı. Birkaç saniye sonra kapının önü cesetlerle kaplanmıştı. Oturduğu yerde kafasına kaskını geçirdi. Kaskının içinde hıçkırarak ağlıyordu.
Karanlığın içinde, üzerindeki koruyucu giysisi ile, kaskının iki tarafındaki fenerlerden süzülen ışığın aydınlattığı bir yerde yürüyordu. Kaskının iç ekranı gece görüşüne ayarlıydı. Birden aklına ekranlarda ölen, birden yere düşen insanlar, o an yaşanan panik geldi. Başı dönüyor ve aşırı terliyordu. Ayça’nın giriş kartını okuttu ve şifresini girdi. Özel metalle kaplı ana kapının önündeki güvenlik panjuru yavaşça açılmaya başladı. “Salgın Hastalıkları Önleme Genel Merkezi”nin devasa giriş salonu panjurun açılışıyla ortaya çıkıyordu. Ana kapının üzerinde büyük harflerle “Dünyayı koru!” yazısı vardı. Kapının önünde duran X-Ray cihazını geçerken sırtındaki silah şeklindeki fotoğraf makinesi yüzünden alarm çaldı. Kendini garip hissederek, kapının önünde ölmüş insanları hatırlayarak dışarı çıktı. Çok uzun süredir bunu yapmamıştı. Binadan fazla uzaklaşmamıştı ki geriye döndü, her gün dışarıyı gözetlediği terasa baktı. Güneşin parladığı terasta sevdiği, özlediği Ayça’nın siluetini görür gibi oldu. Soluk alışverişi hızlanmıştı. Yürümekte zorlanıyordu. Kaskının içinde sağlık uyarısı yanmaya başladı; “Soluma, kalp ritmi, adrenalinde yükselme; iyi misiniz?”. Uyarı bir kaç kez tekrarlandı. Ta ki İlker “İyiyim” diyene kadar…
Uzun bir yürüyüşün ardından okulun yanındaki oyun parkına gelmişti. Oyuncak ayının yanından geçerken sonradan inşa edilmiş basit mezarlığı gördü. Ekranda gördüğü yere düşen insanları yakındaki parklara nasıl gömdüklerini hatırladı. Ayı küçük, mezarın yerini belirten bir sopanın üzerinde asılı duruyordu. Kimi sopada araba kokusu, kiminde kolye ya da kol saati asılıydı. Mezarların üstüne cüzdanlarından alınmış, o kişiye ait bir resimler konulmuş. Sopaların üzerinde çakılmış tahtalara kalemle kimliklerindeki isimler yazılmıştı. Bu cüzdanlardan çıkan diğer fotoğraflar ise yatağının yanındaki duvarda asılıydı. Geceleri yalnız olmadığını hissetmemek için asmıştı onları. Yalnız hissediyordu hem de her an.
Kapıları açık arabaları, ot bitmiş park alanını yürüyerek geçti. Zorlukla büyük alışveriş merkezine ulaştı. Her gün baktığı arabalara, alışveriş torbalarına, aynalarından sarkan kokulara dikkat kesilerek yürüdü. Devrik market arabasını ayağa kaldırdı. Kendini o terasta, “X” işaretinin üstünde durmuş, eli tetikte, alışverişi merkezinin açılıp kapanan sensörlü kapısına yakın, kendine nişan almış gibi hissetti. Bir astronotun son uzay seferinden dönüp bir markete girişini andırıyordu bu görüntü. Aklına çocukluğundan bir hatıra geldi. Çocukken, buna benzer bir market girişinde oyuncak bir astronot reklamı görmüş, ailesinden almalarını istemişti. Yıllarca en sevdiği oyuncağı o olmuştu. Herkese astronot olmak istediğini söylemişti. “Astronot markete giriyor Houston…” dedi kendi kendine. “Houston’da insanların onu çılgınca alkışladığını, birbirlerine sarıldıklarını görür gibi oluyordu. Her şey çok garipti…
Durmadan açılıp kapanan sensörlü kapıya ve Gökhan’a baktı. “Merhaba Gökhan, bu güne kadar resmen tanışmamıştık. Nasılsın?” dedi. Durmadan açılıp kapanan kapının Gökhan’ı rahatsız ettiğini düşündü, adamdan geri kalanı kenara çekti. Cesetleri toplamak ve gömmek için bu kadar ileri gidememişlerdi. Sonrasında sayıları azalmış, bu iş imkansız hale gelmişti. Alışverişten sonra ilk iş onu gömmeyi düşündü. “Huzur içinde uyu” diye mırıldandı.
Kapı girişinde aşina olduğu o büyük ilanı gördü; “İNDİRİM REYONU”. Yazının altında “Tuvalet Kağıdında büyük fırsat!” yazıyordu. İçeri girdi. Önünde alışveriş aracı, üzerindeki astronotları hatırlatan kıyafetiyle reyonların arasında dolaşmaya başladı. Bir an izlendiği fikrine kapıldı. Tedirgin oldu. Tenha odalar, koridorlar, salonlarda dolaşmaya alışıktı. İlk defa halka açık bir yerdeydi. Tedirgindi. Karışmış aklı market reyonlarında gölgeler gördüğünü düşündü. Tam bu esnada “İNDİRİM REYONU”nun önüne geldiğini fark etti.
İnsanlığa dair tüm bu pisliği, yani kendini imha eden bu medeniyet denilen şeyden geriye kalan tek kişi olarak kendinin, tüm bu felaketi, rezaleti temizlemek zorunda kaldığını fark etti. Dünyanın tüm tuvalet kağıtları bile bunu temizleyemezdi. İnsanın kendini yok etme konusundaki mahareti diğer tüm meziyetlerini geçiyordu. Güçlü olmak için kendimize dönen her bir namlu, tetiğe giden milyonlarca parmak, laboratuvarlarda geliştirilen şeyler bizim ortak suçumuzdu. İnsanlığın toplu intiharı; yere düşen siyah beyaz görüntülerdeki kadın, erkek ve çocuklar. Öksüz kalan oyuncak ayılar…
Eldivenli elini tavana kadar uzanan tuvalet kağıdı paketlerinden oluşan kuleye uzattı. İçlerinden birini aldı. Beklenmeyen bir şey oldu. Sadece bir paket tuvalet kağıdı almıştı! Aldığı anda tüm alışveriş marketin içini ışıklar, alkış sesleri kaplamıştı. Şok geçiriyordu. Eller birbirine vuruyor, insanlara ait canlı sesler bir kutlama yapıyordu. Yüksek tonda müziği eşliğinde tüm markette kurulu kocaman televizyonlarda yüzlerce insan, market çalışanı O’nu alkışlıyordu. Kalp atışı nefesi hızlanmıştı. “Soluma, kalp ritmi, adrenalinde yükselme; iyi misiniz?” dedi kaskın ekranı. Marketin her yanındaki küçük büyük tüm ekranlarda “Marketimizin 1.000.000. müşterisisiniz, sınırsız bir alışveriş kazandınız!” yazısı çıktı. Oysa tüm market, hatta dünyanın tüm marketleri onun sayılabilirdi. Tüm konserveler ve tuvalet kağıtları ona kalan mirasın çok küçük bir parçasıydı sadece. İlker şoka girmişti. Marketin reyonları arasından insanların çıkmasını, bu felaketin bir rüya olmasını ya da kötü bir şaka olmasını umarak kafasını reyonlara çevirip duruyordu. Dolaplara çarptı, yüzlerce ürün yere saçıldı. Yalnızlığının biteceği gibi korkunç bir fikir düştü aklına. Yalnızdı! Aklı yerinden oynamak üzereydi ve kimse bunu anlamayacaktı. “Kimse!” diye bağırdı hırıltılar içinde. Tuvalet kağıtları üstüne yuvarlanırken yere umutsuzlukla çöktü. Bir anlamı yoktu. İnsanların kendileri için mutluluk olarak biçtikleri hiçbir şeyin artık bir anlamı, gerekliliği yoktu. Bütün Dünya onundu ve o sadece bir başka insanı özlüyordu. İnsanlık kendine dair her şeyi alabilirdi. Hiçbir şey istemiyordu. Sadece Ayça’nın sırtına değen dudaklarını, onu saran ellerini, sesini, gülümsemesini arzuluyordu. Yalnızlık ve ölüm yan yana yürüyordu… Çıldırmak istemiyordu. Böyle yaşamak istemiyordu. Markette alkışlar devam ediyordu.
Bulanık gören gözleri, bir siluetin ona yaklaştığını zannetti. Yüzü terden sırılsıklam olmuştu, kaskın içindeki ekran artan kalp ritmi, adrenalini, tansiyon yükselişi yüzünden durmadan alarm veriyordu. Alkışlardan çınlayan kulaklarını kapamak istercesine kaskını tuttu ve yumrukladı. Gözlerini kapadı. Yaklaşan siluet Ayça’ydı. Yumuşak sesini duydu; “İlker ne yapıyorsun?” Elinde balta laboratuvarı darmadağın ettiği güne gitmişti aklı. İlker bağırıyordu; “Bundan emin misin? Kendimizi mi yok ettik?” Ayça, “Tetkikleri defalarca tekrarladım. Evet, insan tarafından üretildiğine eminim.” İlker çıldırmış gibiydi. Kadınla laboratuvarda, hayır, marketin ortasında, devrilmiş tuvalet kağıtlarının içinde birbirlerine sarılmışlardı. Alkışlar bittiğinde İlker kafasını kaldırdı. Şimdi ekranlarda her gün “Günaydın” dediği o kartı taşıyan market müdürü Gökhan görünüyordu. “Merhaba, ben marketinizin müdürü Gökhan!” dedi ve devam etti “Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. Sizler için ürettiğimiz her şey kalitelidir, uygun fiyattadır ve müşterilerimiz her zaman haklıdır” deyip güldü…
İlker kendi kendine konuşuyordu. Elini başlığına doğru götürdü ileri geri sallanarak konuşmaya başladı; “Bir şeylerin sonuna oturmuş, ayaklarımı bilmediğim başka bir şeylerin başlangıcına uzatmışım gibi. Tam atlamakla atlamamak arasında kalmış, öğrenmenin merakıyla çatışıyormuşum gibi…” Başlığının kilidini açtı. “Atlamam lazım… Küçük bir cesaret. Sadece, küçük bir adım…” Yere düşüp yuvarlanan başlığın iç ekranı cızırdadı. İçinde tuvalet kağıdı olan market aracı sensörlü kapının durmadan açılıp kapanmasına sebep oldu. İlker İndirim reyonu yazısının altında diz çökmüş, havayı içine çekiyordu. Cızırdayan, bozulmuş kaskın içinde bir yazı belirir gibi oldu; “Yeni aygıt… Kabul edi…” Marketteki tüm elektronik aletler ile eşleşme sağlayan kask sordu “Sıra… parçanın çalınma…. istiyor mu…” İlker her şeyin bittiğini anlamıştı. Yüzü koyun, acıyla yere devrildi. Kasılmaya, çırpınmaya başladı. Sonunda bitmişti. O ölmüştü. Şimdi başka bir yerde, Ayça’nın başı İlker’in göğsünde, başka bir marketin ortasında yatıyorlardı. Ayça İlker’in yüzüne baktı, gülümseyerek “Neredeydin?” dedi. “Seni bekledim…” İlker son nefesini marketin zeminine üfledi. Ekranlardaki görüntüler kesildi, kaskta “Çal” uyarısı belirdi. Led Zeppelin’den “Stairway to Heaven” çalmaya başladı. Tüm reyonlardan, müzik marketin dışındaki arabalardan, oyun parkından, mezardan, İlker’in izlediği, yürüdüğü sokaklardan, hatta artık ana giriş kapısı açık bırakılmış binanın terasından bile duyuluyordu…
Murat Dural
http://fabilog.com/indirim-reyonu-murat-dural/