Dudağımda bir keşke bulutu var sevgilim. Güneşin izin gününde kara bulutları rahatsız etmemek için kara bulutların yerini o alıyor. Savaştığım kara perdenin özrünü dinledim bugün, bir kalbin dileğini gerçekleştirmek bir kalbin dilemediğini ona bahşederek ona haksızlık etmekmiş, öyle söyledi. Rehavet aşkı çöküyor damarlarıma, sıcak gecelerimin soğuk su hissini vermiyor yalnızlık. Onu istemediğimi ona binlerce kez söylesem de senin de beni istemediğini anlatamıyor bir türlü kalbime. Yetim çocukların hiç tanımadıkları adamlardan bekledikleri şefkatin demir yutmuş hissi gibi güçleniyor duvarlar, her birinin söylediği gece şarkıları gündüzün ninnisi oluyor ben ayakta uyurken. Kanaviçe yapmıştım aşkımdan, süslü ve özlü kelimelerin girdabına kilitlemiştim seni; kimse bulmasın diye… Üvey suskunluğun öz anamın şefkatinden nasibini aldı, anamın doğurduğu ben; sensizliğin ücra bilmem kaçıncı numarasından hallice bir de öksüz nefretinin çamuruna bulandım. Herkes hep mi senden yana olurdu? Zorla sevdiremezdim kendimi sana, aşk neden beni seçmişti peki? Yalınayak düşlerimin genç kızlık mutluluğuna neden bir darbe indirmişti? Kötü olan belki de sen değildin, bendim, ya da yok; kötü olan aşkın ta kendisiydi.
Gözlerimde bir özlem yıldızı var sevgilim. Gözlerime bakabilmek imkânın olsaydı gözlerimdeki özlem yıldızının kaymaması için gönlünün bana kaymasına izin verirdin belki… Şimdi kimi düşünüyorsun acaba? Kimin damlattığı uhunun seni bana yapıştıramadığı yerden kaçıyorsun? Çokça fuzuli imkânsızlık girdi aramıza, aramızda aramızı kurtaramayacak olan kalın duvarlar var şimdi. Bugün de yemek yedim, bugün de suyumu içtim ve bugün de gülümsedim hayat kardeşe… Zaten gözyaşlarımı gördüğünde bana dil çıkarıp mutluluk serüvenimin çocuklara masal kitabı olduğu yerden koşarak benden kaçtığını söylüyordu.
Kollarımda yâr olamadığın yerin yara bandı var sevgilim. Kollarım gece demeden gündüz demeden kendini bile dinlemeden yarasının arasını bulmaya çalışıyor hayatla. Kilom da yok, yer de kaplamıyorum aslında; kalbine bu kadar büyük ve bu kadar çok gelişimin sebebi neydi öyleyse? Gözlerimiz şimdi aynı kanala bakıyor biliyorum, televizyon kanalının müptela hazinesinde senin gözlerinin izi var. O kadar çok doğum yaptım ki, doğurduğum yalnızlıkların şehzadeliği padişahın kimsesizlik olduğu yerde sona erdi ve haseki sultanlığımın da ipini çekti. Zaten ben sana sultan olamadıktan sonra prenses gülüşümün fotoğrafını çeksen neye yarardı ki?
Kalbimde bir ismin lekesi var sevgilim. Yıkanıyorum, yıkıyorum, aklanıyorum paklanıyorum yine de o leke geçmiyor. Kalbimde adının soyadına denk düşemediğim hadiseleri var. Oysaki ben soyadınla soyumu bulacaktım, soyunup aşka çıplak kaldığım günlerin utancını; soyadına bürünerek telafi edecektim. Ellerim de kalbim gibi çok geç kaldı sana. Lüzumsuz cennet kapıcısının postacıyla karşılaşıp “evde yok” deyişleriyle vurdu beni sana ait olamamazlığım.
Halbuki ben hep evdeydim, gönül evimin cereyanda kalmaması için çabaladığım anaçlığımın seni göremeyip sana yenildiği son seferde sonumun ne olacağını sensiz bilemesem de ben hep evdeydim. Kapımda bir anahtar var sevgilim. Anahtarı evirip çevirip içeri giremeyişimle sana hiç yoktan tok oluşum olarak anlaşıldığını hissettiğimden beri bir başkasına doyamıyorum ki. Doyumsuzluk silahlarıyla vuruyorum kendimi, dirilirken her gün; namlumun ucundaki kurşun dile geliyor. “Sen her gün ölürken her gün dirileceksin, bir başkasında yaşayacak onda hiç ses etmeyeceksin” diyor… Bu yüzden çırpınışlarımı ve sesimi herkesin duyduğu yerde bir tek sen duyamıyorsun demek ki.
Her gün daha çok kapatıyorum kendimi her şeye; bir vapurun düdüğü, bir arabanın kornası, bir yalnızın öksüz sofrası oluyorum bazen. Meme beklerken annesinden, hep anne sütüne hasret bekleyişleri oluyor zamanın. Zaman da bekliyor seni, benim seni beklediğim gibi. 365 günün durmadığı saatlerde gece sevişmeleriyle yapışık çaresizlikler doğuruyor zaman…
Düşük yaptım sana, ben aşktan bir daha sen doğuramam. Doğan gözlerin cennetin fısıltısı ve gülen dişlerin ölümün hiç bana uğramayışı olamayacak. Bir anlayabilseydin seni, duvarların varıp geldiği ve varıp gittiği yolların mesafesinden daha çok sevdiğimi. Her şey uzadı, mesafelerin dili olsaydı da konuşsalardı… Bitmiyor. “Bit” diyorum, inan. Bit derken, saçındaki bit bile koşuyor bana. Ama sen bitmiyor. Çoğalmaması için kalbimden geleni yapmaya çalışırken düşük yaptığım senden, fani dünya nimetleri su, ekmek, peynir Allah ne verdiyse hepsi bir bir fukara gözyaşlarıma düşüyor. Ben artık soframın utanç dolu nimetine dilenci oluyorum. Geçit yok darbeli temiz masumiyetime; artık o cici kızı bulamıyorum. Bir gülerdi ki sen varken, kahkahalar böylesi bir gülüşün sebebini bulmaya çalışırken sana âşık olurlardı. Her şey çok severdi seni, elimi uzatırdım; onlara çok bana hep az gelirdin.
Kötü oldum yine; gecenin yamyam kusuru düşüncelerimi yiyor. Bir ses verseydin, kulak zarımın nikâhının şahidi de ben olacaktım. Bir seviyorum deseydin, sevmediğini düşündüğüm günlerin çingene gül satıcısı olacaktım; kendime ömürden çok benden az bir sen kokulu gül takacaktım. Saçmalıklar mektebinin tekrara düşmüş öğrencisiyim yıllardır. Yılların mavi boncuklu yakışıklı olmasaydın belki de tekrara düşmezdim bunca zamandır.
Sen, en sevdiğim yemeğin son lokmasını bitirmemek için yavaş lokmalarla çiğnediğim son lokmasının öz babasısın. DNA’sında %99.9 senin izin vardı; kan örneklerinin orospuluğunu bu defa ifşaya kalkışmayalım. Bitmemesi için çok çırpındım, kuşlar bile bu kadar çırpınmamışlardır. O kadar çok çırpındım ki yemim azaldı, suyum bitti, kafesim kirlendi; uçmayı unuttum, türlü türlü felaketler başıma geldi de sen gelmeli nöbetler nöbetlerini üfürükçü teyzeye emanet ettiler saydım. Uzun cümlelerimin kırık dişinin porselen pahalılığındayım, zaten gülüşünde senin izin yoksa hayatın, kırık dişinin bir önemi yok öznesi intihara kalkışmış yükleminin dur deyişleriyle durmuş cümlelerimin artık…
Bilmiyorum. Hatırladığım iç çamaşırlı öz duygular çıplak nefretinin sünnet olduğunu görmüş olmanın utancıyla benden de kaçtılar. Ben artık yalnız bana kaldım. Kanguru gibi, nereye gitsem yavrum gibi seni taşırdım kalbimin balkon demirlerinde. Öylece tutunurdun, düşeceğinden korkar daha çok tutunurdum sen dolu hâlime. Dolu yemiş gibi öylece sırılsıklam yalnız masalımı yalnızlığa anlatırdım. Atlat bunu diyor yemyeşil ağaç; sen ondan öyle güzelsin ki diyor bana, senin gözlerin yeter bir kere… Gözlerime bakan o olmadıktan sonra gözlerim bana yeter mi diye sor bir kere diyorum, sesi çıkmıyor. Teselli komşularım müziğin sesini sensizliğin sesini bastırmak için açtığımı fark ediyorlar. Çok çaresizim. Çare köprümün cesaretli eylemcisi beni de kendine benzetti. Atlayasım var…
Sen, en çabuk unuttuğum hakaretlerin son darbesini kendimi tokatlayarak unutturmaya çalıştığım sadistliğimin efendisiydin. Ellerini öpmek gözyaşlarımı dökmek ve boğulmak kadar kolay olmadı. Şimdi mimliyorum kendimi, bir günah da kendim yazıyorum çokça isyanıma…
Sana varırsa yollar, arabanın altındaki bedenimi kucaklayıp kendine misafir eylemek hakkı senindir. O vakit susuşlarımla seveceğim seni, bunu da bil. Bilmiyorum. Resmettiğim ucuz ezikliğimin öz duygularının çıplak ihanetinin dilini kesilmiş gördüğü utancıyla beni ağlattığı yerde kendimi kesiyorum. Kalbimin parçalarını bulursak birlikte, senden çok olan yerinde benden az bir ümit ekle kendine; son bir parçası kalmıştı tedavülden kalktığını sandığım ümidimin. Al onu, benim yerime sev, benim yerime özle, benim yerime yaşat.
Ümit yaşarsa bir yerlerde, ölmek bâki kalsa da yaşadığını saymak da cennete tâbiidir…
Ümidin varsa bir yerlerde, ben koşuculuğuna esir düşmek yerine senden bir parça biz yaratmak da yaşamakla eşdeğerdir. Eğer yaşatmak istersen bizi bir yerlerde, söz veriyorum yalnız ölmek hakkı yine benimdir…
Dilara AKSOY