“İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır” Victor Hugo / Sefiller
Önce sesimizin tonundaki o ayarsız samimiyet kaybolup gitti sonra sadece yüreğin ve incelikli bir düşüncenin imbiğinden geçmiş hakiki sözler yitip gitti.
Şimdi bin bir kere tekrarlanmış sözleri vakur bir sesle yeniden söylüyoruz. Ve görev tamam. PUFFF… Hepimiz hem vicdanlı hem de iyiyiz artık. Kalıplaşmış bir cümleyi tekrarlamak vicdanlı ve duyarlı olduğunu kanıtlamak isteyen, iyiliğini duyurmak isteyen kitlelerin imdadına yetişir oldu.
İyiliğin kolaylık çağı diyebiliriz bu çağa. İçi kof bir “iyi” imgesinin popülist bir biçimde körüklendiği, herkesin kendisine çok yabancı bir iyi postuna büründüğü garip bir çağ. Kötülüğün insan davranış ve eylemlerinden soyutlandığı, sanki hiç kimse bir kötülüğe su taşımamış gibi, herkesin birbirini iyilik silahıyla vurduğu tuhaf bir çağ.
Popülizm kavramından “teorisi olmayan” “zihinleri yönlendirmekten yoksun olan” söylem ve sloganların kitleleri peşinden sürüklemesini anlıyoruz. Dolayısıyla popülist iyilik mevhumu da kitleleri sloganvari temenniler, (ç)alıntılar, kaynağı uydurulmuş içerikler ve kalıplaşmış üzüntü ifadelerini dile getirmeye sürüklüyor. Yani hiç de bize ait olmayan hisleri bize ait olmayan sözcüklere dökerek, bu sözcükleri paylaşarak iyilik zincirinin halkalarını tamamlıyoruz. Sosyal medya ise bu noktada bu popülist iyilik akımının sele dönüştüğü bir mecra olma görevini üstleniyor.
ÇEYREK ALTIN TAKANIN GÜNAHI YOK MU?
Freud toplumu bir suçun ve pişmanlığın doğurduğunu savunmuştu. Freud’a göre toplum iktidardaki babayı ortadan kaldırarak yeni bir erk olan evlatların paylaştığı suç ve pişmanlık ortaklığıydı. Yani O’na göre toplumu bir arada tutan şey suç ortaklığı ve toplumu sürdürmeyi sağlayan şey vicdan ile aynı akıbete uğrama korkusu arasına sıkışmış motivasyondu. Dolayısıyla toplumu toplum yapan olgu aynı suça iştirak etmenin sorumluluğudur.
Üzerinden ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bir haber ve bu haberin altında bir not beni toplum olmanın sorumluluğu hakkında sarsıcı bir şekilde düşünmeye sevketmişti. Kader adında bir kız çocuğu zorla evlendirilmiş ve kısa süre sonra bu evlilik onu intihara sürüklemişti. Haber buydu. Haberin bitişiğindeki yorum ise bu çocuk evlendirilirken, düğünü olurken ona çeyrek altın takanı, düğününde halay çekeni, evine ev hediyesi götüreni, bu çocuk ağlarken kapısını kapatanı, perdesini çekeni yani bu çocuğu ölüme götüren bütün bu sürecin değirmenine su taşıyan kim varsa hepsini sorguluyordu. Bu sorgulamayı bir adım daha ileri götürecek olursak bu suçun işlenmesine bilerek ve bilmeyerek iştirak eden bütün bir toplumun sorumluluğunu hissedebiliriz.
Fakat çocuk evliliklerini kadın sorunundan, çocuk haklarından ve insan haklarından soyutlayarak “cehaletin pençesindeki çocuklar” sorunsalına indirgeyerek tartıştığımız için, kendimizi bu sorunun bir parçası olarak görmediğimiz için hatta bu sorun hakkında düşünmeye üşendiğimiz için bu sorunun büyümesine katkı sağlıyoruz.
Daha da kötüsü hislerimize ve düşüncelerimize yabancılaştığımız halde üzüntü ve temennilerimizi hissiz sözlerle ifade etmekten de geri duramıyoruz. Çünkü duyarlı ve vicdanlı dört başı mamur bir “iyi” olmanın dayanılmaz cazibesine kapılıyoruz. Dilimizle hislerimizin, kafamızla parmaklarımız arasındaki bağın koptuğu çağ bu. Biz de bu çağın insanı olarak üzerimize düşen sorumluluğu yerine getiriyoruz.
SEDYE KİRLENMESİN
301 madencinin yaşamını ekmeği uğruna kaybettiği Soma’dan yükselen cılız bir ses günlerce yankılandı ülkede : “Ayaklarım çamur, sedye kirlenmesin”. Dev televizyonlarda, gazetelerde ve sosyal medyada hep bir ağızdan “İnce Anadolu insanı” ve “efendilik budur” türküleri yükseldi. Oysa bir Allah’ın kulu da çıkıp bu madencinin neden kendini bir sedye örtüsünden daha az değerli gördüğünü sorgulamadı. Bizi sedye örtüsünden daha değersiz yapan şey ne? Madendeki ölümün kucağından henüz kurtulmuş bu yaralı adamın dilinden dökülen bu sözler toplumun o adama gösterdiği değerin ifadesinden başka bir şey değil.
O madencilere insanca yaşama koşullarını sağlayamayan düzenlemelerden tutun da ölüm kuyularının sahiplerinin aldığı cesarete kadar her şeyden sorumluyuz. İşçilere yalnızca öldüklerinde döndüğümüz bu kibirli yüzlerimizden, bir başkasının canı yanarken kesilen sesimizden, korkularımızdan sorumluyuz. Üstelik utanmadan her felaket haberini iyi olduğumuzu gösterme fırsatına dönüştürdüğümüz için suçluyuz.
Çağdaş felsefe ve etiğin en başarılı temsilcilerinden biri olan Alasdair Mac Intyre utanma ve pişmanlık üzerine şunları söylüyor: “ Utanmak suçlanmaya (suçlu olduğunu bilmeye) müsait olduğunu kabul etmektir.” Yani toplum olarak yüzleşmekten kaçtığımız şey de tam olarak bu: Suçlu olduğunu kabul etmek ve utanmak. Toplum olmanın sorumluluğu dediğimiz şey tam olarak bu notalara basmaktan geçiyor.Yani toplum olma sorumluluğu düşünce ve vicdanla yontulmuş esaslı bir pişmanlıkla kavranabilir.
Fakat bu suçlulukla tam olarak yüzleşmediğimiz ve suçlanmaktan kaçtığımız için “vicdanımızın yaralanmasına sebep olan” bu toplumsal felaketlerin ardı arkası da kesilmiyor. Çünkü bizi suçlu yapan şeyi değil, suçluluk hissinin bizatihi kendisini ortadan kaldırıyoruz.
Eşine şiddet uygulayan minibüsçünün arka camına Özgecan Arslan afişi asmasında, Yaşar Kemal’den zerre hazzetmediğini pek çok vesileyle anlatan bir “modernin” Yaşar Kemalin ölüm haberinden saniyeler sonra övgüler dizmesinde, filozofların kafir olduğunu savunup filozoflardan yaptığı alıntılarla imanını kanıtlamaya çalışan bir “mütedeyyinin” suretinde somutlaşan bir süreç bu.
Dünyadaki bütün incelikler tek tek soysuzlaşıyor, koca koca düşünceler un ufak oluyor, hisler, şiirler, notalar anlamını yitiriyor. İyiliğin kolay adaletin zor olduğu çağdayız.