Bir mahşere sahne oluyordu İstanbul. Bugün diğer günlerden bambaşkaydı her yer/herkes. Bu şehrin insanları bir yerlere gidiyorlardı, bir şeyler için koşuşturuyorlardı. Bir izdiham havası vardı sokaklarda. Yağmurun tüm berraklığına rağmen çirkin bir kan kokusu dolduruyordu ciğerleri. Herkes bir kıvılcım ararcasına çatıyordu kaşlarını. Bir kıvılcım…
Hiç kimsenin bir diğerinden haberi veya bir umudu yoktu. Herkes yalnızdı ve içlerinde ki bu yalnızlık onları sonu gelmez bir ateşin kucağına atmak için vakit kolluyor adeta pusuda bekliyordu. Enselerinde bir nefes… Yer yer soğuk, buz gibi, çatlatırcasına damarlarını üflüyordu. Yavaş yavaş büyüsüne alıyordu her bir insanı. Ölüm yavaş ve soğuktu bu şehrin insanlarına. Ağır ağır kaybediyorlardı her şeylerini ve kaybedecek hiçbir şeyleri kalmayınca da silik ve karanlıkta kalmış bir cami avlusuna bırakarak terk ediyorlardı ruhlarını. Şehir her şeye rağmen yalnız ve bir o kadar da heybetliydi.
-I-
Bir rüyaya uyumuştu o gece. Giderek karanlığın içine gömülecek, karanlığın kendisi, o dipsiz kuyunun dibi olacaktı. Karanlıkta yok olmanın verdiği düşme hissiyle açtı gözlerini bir anda, uyandı güneşin doğuşunu ve batışını gördüğü o rüyadan. Bir rüyayı yaşamıştı daha birkaç saniye öncesine kadar. Derinden birkaç soluk alıp verdi. Bir sıcaklık hissediyordu yüreğinin tam ortasında, bir özlem… Yarım kalan cümleleri gibi rüyası yarım kalmış ve bir dehşet görüntüsü kazınırken hafızasına, uyanmıştı. Gözlerini açtığında arda kalan tek şey hissettiği boşluktu. Rüyadan uyanasına rağmen halen daha sayıklıyordu. Artık nefes alamaz olmuştu. Kalbi o kadar hızlı çarpıyordu ki bir kuş misali ecel terleri damlatıyordu, alnında ki her birinin ayrı bir hikâyesi olan çizgilerden.
Artık evinin yolunu hatırlayamıyordu. O kadar uzun zaman olmuştu ki evine uğramayalı, kapısını açmayalı artık hatırlamakta güçlük çekiyordu.