Sabaha bakan saatler. Başlamak üzere bir telaş. Trafiğe kalmamak için erken yola çıkan arabalar. Plazalara dönen son viraj. Yakılmış farların taradığı pencereler. Odanın duvarında birbirine giren, kayan, garip şekillerden mütevellit ışık oyunları. Açılmaya başlayan donuk, arada derede kalmış gözler. Uyku için çaresiz direnç. Uyanıklığa karşı kesif isyan.
Jess yere özensizce bırakılmış çift kişilik yatağında. Başucunda, yerde duran çalışmayan el işi bir ahşap saat. Odanın kapısına doğru savrulmuş yerdeki yeni yatağın naylonu. Evin tek kurulu mobilyası takım kıyafetlerini koyduğu, yerden bakınca tavana varan heyula gardırop.
Birkaç hafta önce iş yerine yakın olduğu için taşınılmış bir 1+1. Hala yerleşilmemiş evin farklı köşelerinde beş dakika arayla çalmaya ayarlı iki farklı alarm. Zamanı gelince birbirine giren panik atak ritimler. Homurdanarak yatağından sıyrılmaya çalışan yarı çıplak, halı saha yaraları ile genç adam.
Jess Lake’in dün söktüğü yatak naylonu ile kısa süreli itiş kakışı. Düzensiz serpilmiş tehditkâr kolileri aşma çabası arasında savrulan sinkaflı iki tekme. Alarmları kapatıp tuvalete yetişebilmek, yolunu bulmaya çalışmak için sürtündüğü yeni boyalı duvar. Aynasız lavabo, yerde asılmayı bekleyen muhafazasında bir ayna. Duştan sonra dişini fırçalarken baktığı kapı duvar hiçlik. Kendi rüyalarından herkesin telaşlarına doğru yolunu bulmaya çalışan istem dışı, resmen delice bir ruh hali.
Akşamdan hazırlayıp iskemleye astığı takımı, salonla birleşen mutfak tezgâhının üzerinde unutmamak için beklettiği saat, deodorant, parfüm.
Temel ihtiyaçlarını el yordamı ile bulmaya çalışıp işe gidiş prosedürlerini tamamladı. Evden çıkmaya hazırlanırken pencerenin dışındaki hayata, karşısında sıralanmış plazaların kalın gövdelerine uzanan, kısa mesafeli şaşkınlık veren trafiğe baktı. Zor bir durumda kalırsa kendi evrenine kolayca kaçmak istercesine dış kapıyı tam kapatmadan koridordaki otomatiğe bastı, asansörü çağırdı ve geri döndü. Asansörün sesi boş koridorda sadece onun çağrılarına cevap verircesine gümbürtüyle yankılandı. Toplu konutun ıssız, inşaat tozlu koridorlarını, boş dairelerin tedirgin bekleyişini düşündü bir an. Düşünmek uzun süredir huyu değildi, denedi.
Tam bu belirsizliğin ve onu takip edebilecek nice garip şeyin avucuna düşeceğini hissederken araba anahtarını unuttuğunu fark etti ve geri döndü. Evden çıkarken hissettiği burukluğu unutup tekrar eve girmenin gelip geçici coşkusuna kapıldı. Kısa arayışın ardından evin dağınıklığına uygun olarak anahtarları rezervuarın üstünde buldu. Yeniden koridora çıktığında onu garaja indirecek asansörü yakalamaya çalıştı; sanki bir başkası çağırabilir ya da binebilirmiş gibi kalabalık bir duygu sardı içini. Bomboştu. Üç haftadır blokta insan görmediğini inkâr edercesine asansörü son anda yakalamış“mış gibi” davrandı.
Boş garajın ıssızlığında tedirgin bir araba onu bekliyordu. Giriş kapısının çarpışını, ayak seslerini, araç kilidinin açılışını sessizliğin ortasında huzursuzca dinledi. Haber kanallarına ayarlı radyosunu açtı. Yeni evinden görünen 817 metre ötede çalıştığı özel şirketi penceresinden görüyordu. Hedefe 15 dakikada varabileceğini düşündü. Haberler de trafik kadar kötüydü. 23 dakika sonra Desert Giz Plaza garajındaydı.
Plaza girişindeki dükkândan sandviç ve kahve aldı. 13. Kat düğmesine bastı. Asansörü son anda yakalayan iki iş arkadaşı ile selamlaştı. İkisi de rekabet haline getirdikleri mobilya seçimlerini, alışverişlerini konuşmaya başlamışlardı. Diyaframlarından çıkardıkları sınırsız kahkahalar asansörü çınlatırken aynı asansördeki iki kadın katlarına ulaşamadan can vermemek için dua ediyordu. Birkaç espriye kendini zorlayarak güldü, stratejik bir kararla onların mobilyalarına karşı duyduğu kıskaçlığı bastırarak bir espri yaptı. Kahkahalar önceki seviyeye ulaşamadı. İndi.
13. Kat girişindeki göz tarama cihazı, retinasında zamanın ruhunu yansıtan popüler beğenilerini, alışkanlıklarını, amaçlarını, açılmamış, başkalarının önerisi ile aldığı tuzlu mobilyalarını, artık olmayan hobilerini, onların yerini alan ritüellerini okudu. Kapı aradığı tadı yakalayan bir gurmenin şehvetli ağzı gibi iştahla açıldı.
Standart merhabalaşma ve işe başlama prosedürleri. Birini diğerinden önce bitirmemeye dayanan felsefi “Kahve ve sandviç tüketim stratejisi”. Motivasyonel olarak bir kokpit edası ile açılan bilgisayar, telefondaki aramaların kontrolü ve bir gün öncesine ait satış raporlarının gözden geçirilmesi. Ansızın kendini de şaşırtan bir heyecanla üç masa ötesindeki sandalyeye kaçamak bir “Mara gelmiş mi?” bakışı.
Bu isim annesini, annesi de annesi için aldığı ilk doğum günü hediyesini; ahşap saati hatırlatıyordu. Koşturmacalarının ortasında, hayatının unutkan zevkleri içinde tüm ayrıntıları ile hatırlayabildiği tek nesne oydu. Aldığı ama vermediği bir hediye. Konsantrasyonunun bozulabilme tehlikesi baş gösterince silkindi.
Rakamlar hareketleniyor. Hiç çağrılmadığı toplantılar için hazırlaması gereken rapor uyarıları ekranına düşüyordu. Yüksek tutması gereken konsantrasyonunu içine haykırdığı “kalkıyoruz” anonsu ile pekiştirirken “NumLock” uyarısını yaktı. Parmakları sayıların üzerinde geziniyor, minik kutucukları tutuğu takımın renkleri ile yaşanabilir bir coğrafya haline sokmaya çalışıyordu. Zihninin ayakları yerden kesiliyor, bilinci raporunun atmosferinde tek bir şuuru barındıracak şekilde kanat açıyor ve açarken iç sesi sadece rakamların tekrarını içeren mırıldanmalara dönüşüyordu. Tüm düşüncelerinin yerini alan, artık yapaylaşmış bir duayı tekrarlar gibi.
Birkaç saat boyunca o zamanda, zaman da onda kayboldu. Uzun süredir rüyalarını işgal eden, kendi içine doğru düştüğü boşluğu hissetti. Bir ara aklına bir şarkı geldi. Dudaklarındaki rakamları tekrar ederken çıkardığı mırıldanmalar şarkının ritmine dönüşmeye başlamıştı. Konsantrasyonunun bozulduğunu düşünerek irkildi, yerinden doğruldu, toparlanmaya çalıştı, daha fazla enerji harcayıp kontrol ettiği rakamları tekrar gözden geçirmeye başladı.
Son birkaç haftadır gözleri ağrıyor, şakaklarında bir yıldır hissettiği ağrı ve zonklamalar için doktorun verdiği kas gevşeticisini kullanıyordu. Garip bir döngüyle burkulmuştu bedeni, ruhu ve zihni. Farkındalıklarını halı altına süpürmekte çok başarılıydı. Aklına nereden çıkıp geldiği belli olmayan bir İsviçre çakısı geldi. Zihninde onun sadece makas olabilen parçası şekillendi. Sadece makas olabilen bir İsviçre çakısı gibi. Hala İsviçre çakısı mıydı?
Kendini konsantre olmaya zorladı. Kontrol çabası gerilimini arttırıyor, gevşeme egzersizleri ve ilaçlar bir noktadan sonra toplamaya çalıştığı dikkatini dağıtmaktan başka bir şeye yaramıyordu. Kafasında yeni bir ritim daha keşfetti. Parmakları istemsizce mouse’a vurmaya başladı. Sevdiği şarkılar ona isyan edercesine ardı ardına zihnini meşgul edip diline dolanıyordu. Birkaç haftadır yaşadığı dalgınlıklara lanet edip gözünü tavana dikti. Kiminle kavga ediyor, kime ve neden bu kadar kızıyordu. Gergindi ve bilmiyordu. Bilmek de istemiyordu. Para kazanması gerekiyordu. Mükemmel bir gereklilik. Muhteşem bir kelepçe. Harika bir tasma.
Düşüncelerini toparlamaya çalıştı, yine erteledi, maillerine bakmayı düşündü. Birkaç bilgilendirme, alışıldık reklam içeriğinin arasında bir süredir her Pazartesi hesabına düşen, şirket kadrosunda görünen ama tanımadığı John’dan gelen toplantı davetiyesini gördü. Haftalardır yaptığı gibi bir yanlışlık olduğunu düşünerek maili direk silmeye hazırlandı. Duraksadı, maili açtı. Çağrı K19 toplantı odasında yapılacak eğitim içerikli bir davete benziyordu. Bunca yıldır ilk defa bir eğitim programına davet edilmişti. “Kabul”, “Ret” seçeneklerinin bulunduğu kutucuklardan olumsuz olanı işaretledi. Mailin bir daha gelmemesini umarak çağrıyı geri çevirdi.
O gün her gün yaptığı konsantrasyonu yüksek, sessiz, rapor içerikli iş atmosferinde kayda değer hiç bir şey olmadı. Akşam işten çıktı, bir yıllık aidatını ödediği, devamsızlığı bol spor salonuna gitti. İnstagram’a koşu bandında koştuğu mesafe, kalori yakım değerlerini gösteren elektronik ekranı çekip koydu. Eve gelene kadar altı beğenisi oldu. Issız garaj, asansör ve koridoru aşıp bir şeyler atıştırdı. Usb’den sevdiği dizinin üçüncü sezon finalini izledi. Bir kedi miyavlaması işittiğini düşündü. Playstation’da oynadığı oyunda geçemediği bölümü geçmeye çalıştı. Yarın giyeceği kıyafetleri asması gereken boş sandalye dikkatini dağıtıyordu. Huzursuzlandı, kıyafetlerini seçip sandalyeye astı. Parfüm, saat ve deodorantının mutfak tezgâhı üzerinde olduğundan emin oldu. Aklına arabanın anahtarı geldi. Tuvaletten alıp saatinin yanına koydu. 11 saat önceden bunu öngörebilmesine kısa süre sevindi.
Ertesi gün, yani Salı günü mailine baktığında aynı toplantı davetiyesi ile karşılaştı. Mailini açtı ve bir kez daha reddetti. Aynen Çarşamba, Perşembe, Cuma, bir hafta, bir ay sonra olacağı gibi. Öylesine ritüeller, dağınık uyanışlar, otomatik hazırlanışlar, ıssız ve karanlık koridor, yalnız garaj, reddettikçe çoğalan, dışından içine doğru büyüyen çağrılar. Jess birkaç yıldır en iyi yaptığı şeyi yapıyor ve yine görmezden geliyordu. Uyumadan kitap okuyayım demişti, “Batı cephesinde yeni bir şey yok”un 27. Sayfasında takılıp kaldı. Vurdumduymazlığını övdü. Hayran olunamayacak bahanelerde yeni hayranlıklar keşfetti.
Alarm çalmadan enerjik uyandığı, naylona takılmadığı, kolilerle mücadele etmeden karanlık koridoru ve ıssızlığı aştığı, moralli olduğu o gün defterine not düştüğü “maili reddet” uyarısını dikkate alarak mailine baktı. Mail gelmemişti. Gün boyunca bekledi ama mail gelmiyordu. Defteri üzerinde mavi pilot kalem ile yazılmış “to do list”inde kırmızı ile “I did it” çentiği atılmamış tek iş oydu. Bunca zaman sonra neden huzursuz olduğunu anlayamadı. Tüm gün tek mail almamıştı. IT departmanına danışıp maillerin gidiş-gelişinde sorun olup olmadığını öğrenmek istedi. Sorun yoktu. Mail gelmemişti, herkesin başına gelebilirdi. Dalgın ve dağınıktı. Ta ki akşam “Çanlar kimin için çalıyor” filmini izler, Ingrid Bergman hayranlığını zirvelerde yaşar, nerede, hangi zaman diliminde olduğunu sorgularken özel maili ve cep telefonuna aynı çağrı düşene kadar.
Jess şaşkınlığını bir süre atamadı. Tedirginlikle ikisini de sildi. Artık iş yerinden birilerin kendisine kötü bir şaka yaptığından emindi. Koridoru, asansörü, garajı, toplantı davetlerini düşündü. Korkunun gözleri büyüdü. Kedi sesi duyduğuna emindi.
Ertesi gün halı saha maçındaki düşünceli ve pasif hali bu yüzdendi. Yenilginin baş mimarı ilan edilmesi kaçınılmazdı. Hayatına daha azimle tutunmaya çalıştığı bir sonraki gün her iki alarmı da bozuldu, başucunda çalışmayan ahşap saati görüp panikle yataktan fırladı. Birkaç saniye sonra saatin yıllardır çalışmadığını hatırladı. Cep telefonu ile ahşap saatin aynı zamanı gösterdiğini görünce yarım yamalak bir küfür savurdu. Aceleciliği yüzünden muşambaya takılıp kolilerin üstüne düşmekten son anda kurtuldu. Üşüdüğünü fark etti. İki hafta önce takılan kombi arızaya geçmişti, duş alamadı. Dış koridorun ışığı yanmıyor, binanın penceresinden sızan gündüz ışığı sınırlı alanı aydınlatıyor, birkaç adım ilerisindeki tehditkâr karanlık ile göz göze duruyordu. Aklına birkaç Uzakdoğu korku filmi geldi. Çağırdığı asansör her gün duyduğu sesten farklı bir tonla titreşip arızaya geçti. Çağrı düğmesine tekrar tekrar basması çözüm olmayacaktı. Karanlığa yürümek zorundaydı. Koridorun sonundaki yangın çıkışına yöneldi. Zorluk ve heyecanla dört kat aşağıya indi. Günün ilk çalışanı arabasıydı. İşe vardığında kombi için servise, koridor ışığı ve asansörün tamiri için siteye telefon açtı. Haberler kötüydü; servis dört gün, bloktaki arıza için iki gün sonraya zaman veriyorlardı.
Telefonu titredi. Bir mesaj düşmüştü. Tanımadığı bir numaradan gelen mesajda üzerinde yeşil sayılar olan bir duvar fotoğraflanmıştı. Fotoğrafa anlam verememişti ki ikinci mesaj düştü; “Toplantı daveti. K19. John”. Jess’in gündelik, unutma garantili stratejileri işe yaramamaya başlamıştı. Hiddetle mesajı silmek için telefonuna dokundu. Duraksadı. Vazgeçti. Düşünmeye ihtiyacı vardı. “Silinsin mi?” sorusunu “Hayır” diyerek es geçti.
Yaklaşık 18 saat süren düşünme aşamasının ardından iş mailinden John’a dönüş yapmaya ve kendisi ile yüzyüze görüşmeye karar verdi. Mesajı gönderen cep telefonu çıkmaz sokaktı. Ulaşılamıyordu. İşe tipik ama detaylı bir mail hazırlamakla başladı. Gönderdikten birkaç dakika sonra “okundu” uyarısı geldi. Mail attığı Lotus programı altında yer alan “Çalışan İletişim Bilgileri” dosyasını açtı. John isminde tek kişi vardı. John Stream şirket kadrosunda görünüyordu fakat departman bilgisi yazılmamıştı. Birkaç arkadaşına danıştı, “isim olarak tanıyorum” cevabı ile adamın dış görünüşü hakkındaki bilinmezlik koşut gidiyordu. Araştırma isteği ve merakı artarken arkadaşları aşırı dalgınlığı ve düşünceli halinden dem vurmaya, iş arkadaşlığına yaraşır şekilde yakınmaya ve öğüt vermeye başlamışlardı.
Herkesten şüpheleniyordu. İş yerinde ve kısıtlı özel hayatında tanıdığı / tanımadığı kişilere odaklanmaya, kendi dışında gelişen olaylara konsantre olmaya başlamıştı. İnsanları izledikçe onların göremediği ritüellerin, gereksiz konulardaki aşırı gerginliklerin, kalıplaşmış beğenilerin, doğallıklarını esirgeyen baştan savma tepkilerin farkına varıyordu.
Bir akşam yerle bir yatağına uzanmış tavandaki cisimlerin farklılaşan, birbirine giren görüntülerine, ağaç dallarının duvara vuran gölgelerine bakarken annesini aramayı düşündü. Anne ve babasının kavgaları ve akabinde başlayan boşanma sürecinin yalnızlığında en çok oynadığı, gölgelerden anlamlar çıkarmaya çalıştığı oyundu bu.
Bir kedi silueti bir arabanın farı ile şekillenip gardırobun üzerinde yürüdü. Aklına çocukluğu, beraber uyuduğu kedisi geldi. Hayatı gibi üst üste düşen karanlık, bulanık gölgeler nereden çıkıp geldikleri belirsiz birer hatıraya dönüşüyordu. Ne zamandır oynamadığını, dolayısıyla annesiyle ne kadar uzun süredir konuşmadığını fark etti. Vazgeçmeye yaklaşmıştı ki babası hayatta olsa önce onu aramak isteyeceğini düşündü. Ahşap saate baktı. Ne zamandır durduğunu, durduklarını bilmiyordu. Annesini aradı.
Telefon açıldı. Annesi arayışını “beklenmedik” olarak nitelendirdi. “Ne zamandır bekliyordum” demek istemişti. “Nasılsın?” diye sordu ama “Çok merak ettim, iyi misin?” demeye çalışıyordu. Jess sesini duymak istediğini, merak ettiğini, iş yoğunluğu yüzünden arayamadığını söyledi. Bir ihtiyacı olup olmadığını sordu. Her şey yolundaydı. Kadının aklına bir şey geldi. Maria geçen gün John’a rastladığını, onu hatırlayıp hatırlamadığını sordu. Çocukken hep beraber oynadıklarını, hikâyeler türettiklerini, ayrılmadıklarını söyledi. “John ne zamandır sana ulaşmaya çalışıyormuş.” Dedi annesi. Jess donup kalmıştı. Aynı John olamazdı değil mi? Hatırlayamadığını fakat onu aradığından haberi olduğunu söyledi. Annesi tanıyamamasına çok şaşırdı. “Onunla bir saat daha oynayabilmek için bize söylemediğin kalmazdı. Boşanma sonrasında görüşmediniz sanırım.” dedi.
Ertesi gün ilk iş insan kaynakları departmanındaki arkadaşı Marta’ya John’u sordu. Marta bilgi veremeyeceğini ama bu kişinin kendilerine bağlı çalıştığını, eğitim programları hazırladığını söyledi. İkna olmamıştı. Aklı ve gözü personel dosyalarının korunduğu çelik magazinlere takıldı. “Sanki yapabilecekmişsin gibi…” dedi içinden bir ses. Büyük bir risk almak üzereydi. Kendine şaşırdı. İmdadına Marta’nın aynı departmandaki kız kardeşi Mary’nin yaş günü yetişti. “Yapacak mısın?” dedi biri. Tüm insan kaynakları yemekhane katına iniyordu. Kapıdan onlarla çıktı, katına döndü ama bir sonraki asansörle tekrar 18. kata çıktı. Gizli dosyaların bulunduğu çelik, raylı magazinlerin arasında John Stream’i aramaya girişti. İç sesi susmuştu. Birinin güldüğüne yemin edebilirdi. Az kalsın unuttuğu fotoğraf makinasını almak için dönen Marta’ya yakalanacaktı. Dosyayı buldu ve açtı. İçinde sadece A4 büyüklüğünde titrek çekilmiş bir fotoğraf vardı; bir ayna ve içinde belirsiz bir siluet. Annesinin dahil olduğu bir şaka!
Titriyordu. Kontrol çabaları ters tepiyor, endişeleri abartılı şekilde içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Kat çıkışına yönelirken çarpıntısı olduğunu, çocukluğundaki gibi panik atak geçirdiğini düşündü. Kimse yoktu. Kimseyi görmek istemiyordu. Kendini tuvalete zor attı. Bayılacağını düşünüp gözlerini kapattığında yine o saati gördü. Sonra babasını hatırladı “derin nefes al, derin nefes ver. Sakin ol oğlum…” diyordu. “sakin ol…” Babasının sırtına dokunan elini hisseder gibi oldu. “Her şeyi taşımak zorunda değilsin. Bırak kendini. Sakin ol…” Boğazındaki hırıltı azalmaya, çarpıntısı normale dönmeye başlamıştı. Sakinleşmesi zaman aldı, doğum gününden dönen insanların sesini duyabiliyordu.
Masasına döndü. Toplantı rezervasyon sistemini açtı. “K19” numaralı toplantı odasını görmek istedi. Fakat sistemde 18 toplantı odası vardı. Tekrar baktı, toplantı odası yoktu. “Nereye çağrılıyorum” diye düşündü. Bu başka bir soruyu aklına getirdi; “Uzun süredir neredeyim?”
Temkinli olmak işe yaramıyordu. İyi göründüğünü düşünse bile dağınık hali çalışma arkadaşları ve müdürü Bay Samael’in dikkatini çekmişti. Yetiştirmesi gereken rapora odaklanmaya çalışan Jess müdürünün onu odasında çağırdığını farketti. İnsan kaynakları dosyalarının karıştırıldığını mı anlamıştı? Belki de tuvalette geçirdiği panik atak birileri tarafından görülmüştü. Kim bilir, halı sahadaki düşük performansı takım arkadaşları tarafından şikâyet edilmiş olabilirdi. Yoksa bir türlü geçemediği bölüm yüzünden oyun şirketi dava açmak mı istiyordu? Jess yüzüne gerginliği ile ters orantılı sahte bir gülümseme yapıştırdı, cam duvarlarla çevrili odaya geçti.
Müdürü oturmasını rica etti. İçinde artan kaosu hissediyor, bastırmaya çalışıyordu. Masanın üzerinde ona yakın duran iki kristal kadeh ve pahalı viski dikkatini çekti. Müdürü uzanıp bir kadehi aldı ve dolaba kaldırdı. İlk cümlesi “Toplantılarına niye gitmiyorsun?” oldu. Şaşıran Jess “hangi toplantı?” diyecekti ki müdürü ikinci cümlesini kurdu; “İyi yapmışsın. Şaşırma, ben her şeyi görenim. Bu yüzden buradayım.” Tek taraflı bir azarın başlayacağını, performansının eleştirileceğini düşünürken müdürünün kahkahası ile irkildi. “Mesele performansın değil Jess, mesele performansını düşüren düşüncelerin.” Durumu anlatabileceğini düşünürken vazgeçti. “Yeni evim, taşınma süreci, yeni ürün ve lansman hazırlıkları beni gerdi.” diyebildi. Müdürü masada tek başına kalan kadehe iki parmak viski koydu ve ufak bir yudum aldı. Jess ister istemez odanın dışına ve saate baktı. Müdürü fark etti ve “İşte bu!” dedi. “Evet, senin burada düşünmen gereken şey masanın başında ve zamanını nasıl daha verimli geçireceğini düşünmek. Sen bu yüzden varsın, ben de bunu sana düşündürmek için buradayım.”
Eve giderken herkesten, özellikle davet edildiği toplantıdan bahseden herkesten şüpheleniyordu. Odaklanamıyordu. Hesaplamalarda hata yapabilirdi. İmkânlarını kaybedebilirdi. “İmkânlar” diye düşünürken hava su gibi bir şey kasteder gibiydi. Kombisi bozuktu, asansör arızalıydı. Koridor karanlıktı, yangın merdiveni korkutucuydu, oynadığı oyunda o bölümü geçememişti, siteye kimse taşınmıyordu, ahşap saat çalışmıyordu ve kendinden nefret ediyordu! Gözünün önüne müdürü ve bu kelime geldi. Onun sesine benziyordu. Son düşünce öylesine yüksek perdeden yankılanmıştı ki zihnini yırtıp gözlerinden fışkırdı. İki nokta arasındaki 817 metre boyunca kendini tutmadan, çocukluğunda, annesinin yaş gününde boşanma haberini aldığı gün gibi ağladı. John’la kavga edip birbirlerinden nefret ettiklerini haykırdıkları gün ki gibi ağladı. “John…” dedi. Çocukken çoğu şeyin farkında değildi, ama şimdi hep o görmemezlikten gelmeye çalıştığı, onu boğan farkındalıklarıyla yüz yüzeydi. “John’u tanıyordum…”
40 araçlık garajına girdiğinde kendi arabasının yerine ve yanındaki alana iki arabanın park etmiş olduğunu gördü. Kalabalık onu mutlu eder sanmıştı ama kızarmış gözlerinin fark edileceği kaygısına düştü. Nasıl görüneceğini tarttı, içinde bunun hiçbir önemi olmadığını savunan biriyle tartıştı. Tartıştığı ses ise belirsiz, zor bulanık bir siluetti.
Arabanın aynasında kendini kontrol etti. Asansörü denemeyi düşünürken bozuk olduğunu hatırladı. Tam bu esnada asansör üst kattan çağrıldı ve çalıştı. Tamir edilmiş olmalıydı. Karanlık yangın merdiveni yerine asansörü tercih etti ve beklemeye başladı.
Asansör kapısı açıldığında yere bakıyordu. Mara “şansa bak, merhaba!” dediğinde şaşkınlığını gizleyemedi. İçinde hissettiği anlık mutluluk günlerdir yaşadığı gerilime ihanet ediyordu. “Merhaba, sen yani siz burada?” diyebildi. Mara’nın yanında kendi 1+1’ini almadan önce daireleri gezdiren Bay Paulo vardı. “Bu yakınlarda ev bakıyordum. Aklımda burası vardı, Thomas burada yaşadığını söyledi, hatta bu gün toplantı bahanesi ile seninle burası hakkında konuşacaktım. Ah ne kadar şaşkınım, bu arada aynı toplantıya davetliydik farkında mısın? Gittin mi? Şu lanet raporlamalar yüzünden katılamadım.” dedi. “Ne yazık ki ben de katılamadım. Burası güzeldir. Yani geniş, ferah, üstelik işe yakın.” diye cevap verdi. Kendi de o genişliklere, ferahlıklara, yakınlıklara inanamamıştı. Mara’da bir şeyler vardı, diğerlerinin giyindikleri zırhların tersine zırhını atıp kendini tanıtmak isteyen, kendini ele vermek ister bir hal. Yarın işte görüşmek üzere vedalaştılar. Mara gülümsedi, Bay Paulo gülümsemedi.
Tereddüt, annesi, paranoya, müdürü, pişmanlık, Mara birbirine girdi. Issız koridordan evin aydınlık huzuruna sıçramaya çalışırken karanlıktan gelen bir miyavlama ile sıçradı. Yokluktan fırlayan sırnaşık bir yavru kedi koridordan çıkıp geldi. Bir korku film gibi. Sadece bir kedi.
Kararlar, hatırlatmalar, geri gelen duygular. Başkalarının hayatı, “çeşitlilik” onu genişletiyor, genişleyen çeper dokunulabilen daha fazla alan yaratıyor, daha fazla hissetmesine yol açıyordu. Eve girdi, kedi dışarda kaldı. Bay Paulo’yu kediden haberdar etti. Bay Paulo bloğu mesken etmiş hamile bir kediden ve yakın zamanda doğurduğundan bahsetti. Konuşma uzun sürmedi. Hayatına gömülmeye çalıştı. Televizyonun karşısında duran koltukta uyuya kaldı. Rüyasında babasını gördü. Korku ile nefes almaya çalışan bir çocuğun başında, eli sırtında “Korkma, ne kadar güçlü olduğunu göster onlara; gülümse…” diyordu. Sınıf arkadaşı tarafından hırpalanan, yediği dayağa rağmen elini kaldırmadan arka sıradaki kabadayıya durmadan gülerek meydan okuyan çocuğu, korku ile nasıl başa çıktığını hatırladı. Uyandığında babasının dokunduğunu düşündüğü yer hala sıcaktı.
İnsan ritüellerinin belirginliği ve onun bunu gözlemleyebilmesi can sıkıcıydı. Titreyen elini nefes egzersizleri yaparak boş plaza asansörünün tuşlarına uzattı. Gerginliğinin üstesinden gelmeye çalışırken son anda öncekilerden farklı iki iş arkadaşı asansörü yakaladı. Mobilyalardan bahsediyorlardı. Komik geldi. Onlara sadece gülümsedi. Kontrolü tümden kaybedeceğini düşünürken gülümsemek onu ele geçirdi. Gözü asansörün tuşlarına takıldı. “K” ile başlıyorlardı. Her zaman indiği K13 yerine K19’a basmayı düşündü. Gez, göz, arpacık, fikir, parmak.
K19’da indiğinde birinin sensörlü giriş kapısından girdiğini, ardından kapının kapandığını gördü. Kapıya yaklaştı ama kapı açılmadı. Özel bir kart, parmak ya da göz okuyucu yoktu. Onu görmesi yeterliydi ama tüm çabalarına rağmen kapı onu görmüyordu. Biraz daha ileri gitti ve büyük cam kapıya tıklayıp biraz önce giren adamın kapıyı açmasını sağlamaya çalıştı. Dönen yoktu. Duvarları ve camı inceledi, mekanik bir aksam göremedi. Bir süre beklemesine rağmen hareket yoktu. Asansörü çağırdı, kapının neden açılmadığını düşünerek kendi katına indi.
Ofisteki masasında kapıyı düşündü. Düşünceleri daha duruydu. İçinde büyük bir kararlılık ve kapının görüntüsü vardı. Öğle yemeğinde birkaç kişiye yol verdi. Müdürünü selamladı. Müdürü onu dikkatle süzdü. İnadına gülümsüyordu, inadına iyi hissediyordu. Tüm pozitifliğine rağmen bilinmezliğin merakı, eşiği geçmenin arzusu içinde büyüyordu. Duyuları çok daha net ve derindi. Cuma olduğunu hatırladı, işten çıkışta spora gitmek yerine arabayı şirkette bırakıp şehrin en kalabalık ve sarhoş caddesinde yürümeye gitti. Yağmuru ve soğuğu özlediğini düşündü. Hiç alışkanlığı olmayan bir şekilde bilmediği bir bara girdi.
Pazartesi günü ofise geldiğinde masasının başına geçti. İçinde uzun süredir hissetmediği bir heyecan duyarak barda düşündüğü planı uygulamaya geçirdi. Kapının niye açılmadığı hakkında bir fikri vardı. Toplantı isteğini bekliyordu. Eski maillerini, çağrılarını silmiştir. Yine bir şeyleri ucundan kaçırıp kaçırmadığını düşünmeye başlamıştı ki gelen mailin uyarı sesi ile irkildi. Davetiye düşmüştü. Derin bir nefes alıp maili açtı, tereddüt etmeden “Kabul” tuşuna dokundu. Artık yapması gereken tek bir şey vardı.
Masasından kalktı ve asansör koridoruna geçti. Büyük bir heyecan ve saklayamadığı, sebebini bildiği bir gülümsemeyle düğmeye bastı. K19’da indiğinde kapıya doğru yürüyüp yürümemek arasında kalmıştı. Yine reddedilebileceğini düşündü. Arkasında kalan şeyler vardı ve geri dönmek fikri ondan uzaktı. Uzun süredir bir istasyonda gelip geçen trenleri, inen ve binen insanları izliyor gibi hissediyordu. Seyirci kalan değil, yolculuğun içinde olmak isteyen biri olmak istiyordu. Kapıya doğru bir adım attı. Bulunduğu yerden sensörün onu göremeyeceğine emin olmasına rağmen kapının açıldığını gördü. Tereddütle içeri girdi. Yeşil yansımaların vurduğu bir tür karanlık koridorun içindeydi. Koridorun sonundaki büyük salona girdiğinde tüm tavanı, duvarları kaplayan, akan yeşil sayılar gördü. Nereden geldiği belli olmayan, ortalığa saçılan sorular, soruyu takip eden numaralar. Sayılar birbirine giriyor, hesaplamalar bir süre sonra mutlak surette “0”larla sonuçlanıyordu. Tüm duvarlarda farklı puntolarla “Kimsin?” yazdı. Ardından sayılar, toplama, çıkarma, bölme işlemleri ve sonuç “0”. “Neredesin?”, aynı işlemler ve aynı sonuç; “0”. Telefonuna gelen fotoğrafı hatırladı. Burada bir yerlerde çekilmiş olmalıydı. Eşya yoktu, karanlık ve yeşil haricinde belirgin hiçbir şey yoktu. Tüm duvarlar “Ne istiyorsun?”larla doldu. Soru bilindik hesaplamalar ve sonuçla “0”la cevaplandı. Salonun en uzak duvarında bir parlama gördü. Bir aynaya benziyordu. Yaklaştı ve kendine baktı. Kendi ebatlarında bulanık bir siluet ona bakıyordu. Daha da yaklaştı. Siluet o yaklaştıkça küçülüyordu. Bir hayali, çocukluk arkadaşı John’u gördü. Annesinin yaş gününü, boşanmanın ilk defa dillendirilmesini, acıyı, vermediği hediyeyi ve John’u kaybedişini anımsadı. Sırtının bir noktasında tanıdık bir sıcaklık hissetti. Salonun içindeki yeşil rakamlar mavi kelimeler, cümleler, paragraflara, sessizlik Jess’in dudaklarında sözlere dönüştü; “Sabaha… bakan saatler… Başlamak üzere bir telaş… Trafiğe kalmamak için erken yola çıkan arabalar. Plazalara dönen son viraj. Yakılmış farların taradığı pencereler……”
Banyo aynasını astı. Bacakları arasında dolaşan kedisi Nike sütünü yeni bitirmişti. İki ay önce karanlık koridor onu Jess’e getirdiğinde ve Jess bu hediyeyi kabul ettiğinde Bay Paulo ile araları bozulmuştu. “Bu gün bir kedi, yarın iki kedi! Herkes ne der?” demişti Bay Paulo. Bloklardaki ıssızlığı düşünüp gülmüştü Jess, biraz da üzülmüştü emlakçıya. “Bir insan nasıl bunu görmez ya da görmemezlikten gelir?” diyecekti ki kendini anımsadı, bu sefer ki gülümseme kendineydi.
Burnuna mutfak masasının üstüne konulan kızarmış ekmeklerin kokusu, kulaklarına iki kupaya düşen kaşık sesleri geldi. Bu tabloyu kaçırmak istemediğini düşünüp salona geçti. Mara üzerinde ona büyük gelen Jess’in gömleklerinden biriyle tüm boşlukları dolduruyor, kahvaltıyı hazırlıyordu. Onu izledi. Ağzından içinde çok şey barındıran bir “Günaydın”çıktı.
Yerleştirilmiş eşyalarının arasında ahşap ve hala çalışmayan saatin asılı olduğu duvara dönük olarak oturdu, hikâyesini yazmaya başladı. İnsan Kaynakları dosyasından aldığı fotoğrafa baktı. Ekranında “K19” yazıyordu. Mara kahvesini yudumlarken gözü çalışmayan ahşap saate kaydı. “Neden tamir ettirmiyorsun?” dedi. Jess “Ne yapmamam, ne yapmam gerektiğini ve nereden geldiğimi hatırlatıyor.” dedi. Zafer getiren tanrıçadan ismini alan Nike bilgisayarı kıskanırcasına masaya çıkıp klavyeye pati atmaya başladı. Jess Nike’yi kucağına alıp yazmaya başladığında sayıların yerini hızla akan harfler, kelimeler, cümleler almıştı. Kendini aynalarla yüzleşecek kadar iyi hissediyordu…
http://fabilog.com/k19-murat-dural/