Güzel bir sabaha uyanmıştık. Bir haftalık bir kampın ilk günü. Dershaneler ve okullar neden bu ‘kamp’ kelimesini kullanıyor bilmiyorum ama o çadırlı, etrafına toplanan ateşli ve danslı kamplarla zerre ilgisi yok. Yalnızca, günlerce bir arada kalıp eve dönmeden toplanma anlamını çekip öyle kullanıyorlar bu kelimeyi, her neyse. Dedim ya kampın ilk günü. Sanki ilkokul çocukları gibi, yabancı bir ortama birdenbire düşmüşlüğümüzden çıt çıkmıyordu sınıfta. Kimse kimseyi tanımıyordu. Yine de bir espri girişimi sonuçsuz kalmıyordu.
Eğitmenler birer birer gelip kendilerini ve planlarını anlattılar. İçlerinde biri bizimle daha sık görüşeceğini, alan konularının kendinde olduğunu söyledi. Otuzlarına yeni girmiş, ince uzun, gözlüklü ve kahverengi ceketli, kurnaz bakışlı bir adam. Bakışlarındaki kurnazlık soğukluk vermiyor aksine samimiyet katıyordu ona. Sınıfta projeksiyon ve ses sistemi vardı, çoğunlukla onlarla geçecekti eğitim. Yeni nesil eğitim böyle işliyor olsa gerek.
Öyle ya da böyle ilk gün çabuk geçti. Alt kattaki yatakhanelere gitti sınıftakiler. Ben sınıfta kaldım. Işıkları da söndürdüm. Sınıf, apartmanların arasında bir bahçeyi görüyordu. Kendimle konuşmak için fena bir fon değil. Sonra vazgeçtim kendimle konuşmaktan. Hava aydınlanmaya yeni başlamıştı kendimi arka sıralarda uyanırken bulduğumda. Rahatsız bir uykudan erken uyanmayı ancak heyecan örtbas edebilirdi, öyle de oldu. Acaba bugün neler yaşayacağım diye düşünürken uykum da dağıldı sırtımın ağrısı da, dağılabildiği kadar.
Her sınıfın bir erkencisi varmış, ilkokul ve lise yıllarında genellikle ben olurdum o, eh, sınıfta erkencileri beklediğime göre yine ben olmuş oldum burada da. Sonra aklıma kahvaltı geldi, 7-8 arası demişlerdi, bodrum kattaymış. Sabah erkenden bardağını kapıp çaya koşanlara tuhaf gözlerle baktım hep, ama hep de oldu öyleleri. İnmeye karar verdim, birilerine tuhaf gözlerle bakarsam neyim olduğunu sorarlar belki diye düşündüm, ya da tedirgin bir günaydın bulurum, karşılığında sohbetimin samimiyetini gördüklerinde şaşırırlar dedim. İndim. İki kişi uzunca masanın iki ucunda birbirine sokulmaya çekinir halde, üç kişi de çay sohbetini koyulaştırmış, eğitmenleri ve sınıftakileri çekiştirmekte. Günaydın dedim, beşine de. Üçlü cevap verdi, onların yanına oturdum. Konuşmaya beni de dahil etmek istediler ki, bizimle daha çok derse girecek eğitmenin gıcık bir tip olduğu konusunda benden onay istediler. Öyle göründüğüne bakmayın dedim, kötü birine benzemiyor. Duymazlıktan gelip kendi aralarında konuşmaya devam ettiler. Kahvaltı almak için aşçının yanına gittim. Sanki, sabahın bu saatinde uyku uyunmazmış da öğle vakitlerinden farkı yokmuş gibi bakışları ve hareketleriyle aşçı, orta yaşların en eğlenceli zamanlarını yaşıyordu. Bir iki çeşit şey alıp ekmek sepeti dolu olan köşedeki bir masaya oturdum. Ekmek yiyeceğimden değil, üçlüden ayrı oturmama bir mazeret olsun diye. Vakit geçti, herkes aşağıdaydı ya da aşağıdaki çoğunluk benim için ‘herkes’ti. Yavaş yavaş sınıfa çıkıldı, ben de çıktım. Arkalarda bir yere oturdum. Tabi ilk gün de buraya oturmuştum. Çünkü bir sınıfta ilk kez oturduğun yer artık senin yerindir. Bunu herkes bilir ve kabullenir.
…
Son gün de aynı yerde otururken ertesi gün orada oturmayacağımı fark edip oradan bir an önce kurtulmak istedim. Ama dersin ortasında bir yere gidemedim. Üstelik bu müzikli bir dersti. Otuzlu yaşlarında kurnaz bakışlı adamın derslerinde bütün sınıf çok eğleniyordu. Alakasız sandığımız müziklerin ritimleriyle bize bir şeyler anlatıyordu. Arka planda da o müziklerin klipleri dönüyordu. Daha önce öyle bir eğitimin içinde olmamıştım. Gördüğümüz klipleri dahi bir şekilde dersle alakalı hale getirebiliyordu. Bazen de şarkılarda beraberce dans edip adımlarımızın yönüyle bize bir şeyler anlatmış buluyorduk onu. Bu çok tuhaf ama çok güzel bir şeydi. Bee Gees’den bir parça açıldı. Funky bir ritim dönüyordu. Sınıftan biri ritme kendini kaptırıp ‘integralimi al abi!’ diye bağırdı. Ben de heyecanlanıp hemen ‘limit sıfıra gider,’ dedim. ‘İstediğini yap bana,’ dedi başka biri, sonra hep beraber ‘sessizlik sonsuzda nasıl olsa!’ diye bitirdik dörtlüğü. Bu harika bir histi, tüm sınıfın bildiği bir şarkıyı hiç bilmediğimiz bir şarkının üzerine öyle güzel uydurmuştuk ki, otuzlu yaşlarında kurnaz bakışlı da bizden etkilendi. “İşte şimdi oldunuz!..”
Sınıftan çıktım, binadan çıktım, bisikletimi aldım yanıma. Nasıl da heyecanlıydım. Önce bildiğim yolları eskittim, sonra tepelere çıkıp meydana inen asfalt yola geçtim. Böyle heyecanlı olduğum zamanlar bisiklete binmek tuhaf bir his veriyor bana. Aşağı doğru ilerlerken yer yer kalabalık insan kitlesi belirdi önümde. Yollar bozulmuş. İnsanların üstleri başları perişan. Eski püskü arabalarıyla bir yerlere hızlıca gidip geliyorlar. Ya da başka arabalar gidip başka arabalar geliyor. Meydana ilerledikçe tam bir kaos havası. Mekanlar boş. Alelacele bir yerlere yetişmeye çalışan insanlar. Az ötedeki karakolun önünde çok kalabalık bir kitle. Etraflarında her çeşitten polis ekibi ve aracı. Büyük bir çatışma dönüyor. Yaralıları görüyorum. Yakılmış polis arabalarını. Bir haftada ne oldu burada? Polisten ve kalabalıktan birileri beni fark edip üzerime gelmeden önce hemen ilk sağa sapıyorum, evime giden sokaklara…