Merak, fıtratına iliklendi insanın..
Evren, içindekilerle birlikte zifiri bir karanlıktı insan için. Uçsuz, bucaksız, belki biraz korkutucu, biraz heyecan verici, soluk kesici… Sınır neydi? Sınırı neresiydi evrenin?
Rahme düşen bir kan pıhtısı, varoluş sürecinin sonucunda ‘insan’ olarak açtı gözlerini. Hayattaki yeri belirlenmiş, evren görev paylaşımını yapmıştı çoktan. Hüküm verilmişti. O artık mavi gezegenin tarih sayfalarında ‘Düşünebilen tek varlık’ olarak yerini almıştı. Kendine ayrılan bu büyük sahnede insan, perdenin açılışıyla ilk ve en büyük piyesini oynamaya başladı. Bu sonu gelmeyen; acı, sevinç, telaş, kan, intikam, merhamet ve daha nice zıtlıkların başrolü paylaştığı bir oyundu. İnsan ayak uydurmaya çalışırken bu büyük sahnede, içinde bulunduğu savaş ve tahribat onu her geçen gün kendine çekmeye devam etti. Nihayetinde yitirmeye başladı benliğini, doğanın bir parçasıyken sahneye itildiğinde, şimdilerde doğa onun bir parçası haline geldi. Bu büyük karmaşa yuttu her şeyi, beraberinde insanı da.
Elleri kana bulandı insanın. Taşıyamayacağı kadar fazlaydı artık sorumlulukları. Kamburlaştı. Kapandı gözleri hakikatten uzaklaştıkça. Lal oldu dili, özgürlük her aklından geçtiğinde. Kızgın bir demirle mühürlendi vicdanı. Farkına varamadı karanlığın yaklaştığının. İhanet etti ırkına, ihanet etti canlılığa. Doğanın intikam alışını ‘felaket’ diye adlandırdı. Şah damarı kadar yakınken kıyamet…
Birden kesildi tüm sesler, şehir sustu, zaman anlığına da olsa durdu. Rüzgarla birlikte gelen uğultu, ardı sıra ani bir kulak çınlaması ve derince alınan nefes… Bir nefeslik süre zarfında aklından geçti saniyelik de olsa bir soru; “Neden?”. Göğe baktı. Böylece başladı insanın kendiyle ve evrenle mücadelesi. Amansız bir hastalıktı merak ve insan ilk sancılarını çekmeye başlamıştı…
Sonu olmayan derin bir kuyuya düştü insan göğe bakarak. Yıldızlar, alabildiğine parlak, gece olabildiğine karanlıktı artık. Ve barutun ateşle buluşma anı geldi çattı. “Acaba” dedi, devamı geldi peşin sıra. Merak duygusu çoktan yayılmıştı vücuda. Bir tıpçının da deyimiyle metastaz artık gerçekleşmişti.
Gündüzün telaşı ve temposundan arda kalan yorgunluk, güneş denizin ufkundan batıp alt dünyayı aydınlatmaya giderken kendini iyiden iyiye hissettiriyordu. Gün eteklerini çekerken şehrin üzerinden, yavaş yavaş azalıyordu her şey. Öfke azalıyor, nefret azalıyor, kafamızın içini dolduran, hareket alanını sınırlayan kalabalıklar bir bir dağılıyordu. Dünyamızda batan gün zihnimizin içinde yeniden doğuyor ve aydınlıkları müjdeliyordu. Gece beraberinde en büyük hediyesiyle çıkageldi. Heybesinde sessizlik, heybesinde erdem, düşler, düşünceler… Gözümüzü alan o parlaklık, o devasa fener. Bizi kendine mahkum, ona tutsak etmiş güneş, uzaklaşıyor ve kamaşan gözler asıl şimdi görmeye başlıyordu.
İşte gece, işte gerçekler, işte evren, işte orada! Git insan, koş, aslına doğru, arkana bakmadan, yarın tekrar kör olmayacak gibi, koş!
Hakkında verilen hükmü sorguladı insan. Neden bu kazananı olmayan anlamsız savaşı verdiğini, atalarından miras ödediği bedelleri, kalıplaşmış algıları, nasıl kalıplaşabildiklerini, ne zaman katilleştiğini …
Ölümü sorguladı insan, ölüm neydi?
Adını bilen son insan da öldüğünde hiç var olmamışcasına silinmeyecek miydi?
Yıldızlar da ölür müydü insanlar gibi?
Her son bir başlangıca mı gebeydi? Yoksa bu, acizliğimizi kutsallaştırmak için uydurduğumuz bir yalan mı?
Evrenin öteki ucu peki? Neler dönüyordu orada? Acaba hükmün tecellisi oraya kadar ulaşmış mıydı?
Gözleri hala gökteydi. Gök bu gece siyaha çalan bir lacivert…
Bir anlığına okyanusa kaydı aklı, diplerine, karanlığa. Evreni modelleştirdi. Var olduğunu biliyordu, görünen ve büyülü bir kısmı vardı okyanusun; içerisinde canlılığı bulundurduğu. Kısmen görünen ve içerisinde canlılığa dair şüpheler barındıran bir kısmı da vardı ayrıca. Ve bilinmeyen, insanın henüz ulaşamadığı bakir bir kısım da vardı meçhullerle dolu.
Boğulur gibi oldu, tüm o anlamsız uğultular netleşmeye başladı. Aniden kesilen bir radyo programı kaldığı yerden aynı çoşkusuyla devam ediyordu sanki. Göz bebekleri büyüdü. Nefes verdi birden. Telefonunu yokladı elleriyle. Saatinin alarmını kurdu yarın için. Gözlerini kapattı, bir sonraki geceye değin…