GİRİŞ
(18.09.2016)
Kuşların ötüşlerini duyabiliyordu. Havanın serinlemesinden de sonbahar ayında olduklarını anlamıştı. Dışarıdan gelen Leylek seslerini hemen tanımıştı, nasıl unutabilirdi ki. Eski günler gözlerinde canlandı. Babasıyla birlikte ne kadar çok giderlerdi Beyşehir Gölüne, her yıl bu zamanlarda bir sürü fotoğraf çeker, sahil boyunca yürür deniz kabuğu toplarlardı. Bir an için durdu ve bunları düşünmenin anlamsız olduğu kanısına vardı. Duvarları kat kat yalıtım malzemesiyle kaplanmış odada gıcırdayan eski yatak, sehpa üzerindeki çatlamış içi boş vazo ve yatağın karşısındaki duvarın tamamını kaplayan kitaplık ve kitaplığın ortasında bulunan demir kapıdan başka bir şey yoktu. Yatakla paralel olan karşı duvarın üst köşesindeki küçük pencereden içeriye ışık giriyor odada ki koyu karanlığı hançer gibi yarıyordu. Zeminin ise tamamı halıyla kaplıydı. Yalıtımlı duvarlar, yerdeki kalın halı, kocaman kitaplık hepsi sesi soğursun ve dışarıya sesi gitmesin diye yapılmıştı. Hatta o duvarın üstündeki küçük cam bile iki pencereden oluşuyordu. Uzun zamandır bu odada tek başınaydı. Gıcırdayan yatağın ucunda oturmuş onun gelmesini bekliyordu. Nedense onu tanıyormuş gibi hissediyordu ama tam emin değildi. Her şey o kadar karışıktı ki eskiye dair şeyleri hatırlamakta güçlük çekiyordu. Ama onu sevmese de bu zamana kadar ona bakan tek kişi oydu. Bir süre sonra demir kapının ardından anahtarın şıngırtısı duyuldu. Toparlandı ve yatağın içine girdi. Kapının kilit sesi boş oda da yankılandı ve yavaşça açılan kapının ardından o gözüktü. Üzerindeki paltonun omuz kısımları ıslanmış, saçının kahveye çalan tonu siyaha bürünmüştü. Adam yere diz çöktü ve elini Zühre’ ye uzattı. Kız yeşil gözleriyle adamın gözlerine baktı. Çekimser bir şekilde uzattığı elini adam iki eli arasına aldı ve ; “Artık dışarı çıkma vakti geldi, benim küçük kırlangıcım.”