Bir nokta koyup uzun bir çizginin üzerine “ben” diyorum, elif timsali başlıyorum belki aslında; dillere de pek hakim olamıyorum esasen ama.
Seni bir noktanın sonsuzluğuna iliştiriyorum, ne zaman bir şeyden söz edebilecek olsam artık soğumuştur çekirdeği, ve seni; bölünmez algısı parçalanmış o tek parçaya, noktaya iliştiriyorum şimdi.
Silmek değil unutmak değil akışa teslim etmek gibi.
Göçebe ruhlar karşılaşır derdim evvelinde, karşılaşıldı ise vardır sebebi manası, katmak katılmaktır çokça gayesi. Böyle gördüm zaman ile insan ilişkisini.
Sonra, sonra rastlaşmak kavramının seçilebilir olmadığı, geliş ve gidişlerin belirsiz olduğu ihtimallerle tanış oldum; zamanın hatta mekanın kesişip de asla denk gelinemeyen ihtimallerle.
Aynı akmayan zaman ve kesişiyor yanılsaması ile kesişmeyen mekanlarla tanış oldum yani. Ta ki en kesişen ihtimale yaklaşmaya çalışırken fark ettim ki asla değemezmiş o iki zaman ve mekan. Onca yakın ve benzer oluşu paralelliğindenmiş meğer, göçebeliğin sabitlikle ilintili boyutları varmış. Ve bizim tek rastlaşbileceğimiz kesişim noktası sabitlikmiş; birbirine asla değmeyen, yakınsamadan belki uzaklaşmadan.
Ben kendimi zamana yaydım, sistematik ama parçalı. Oysa sen hep bütüne yakınsayansın. Yahut benim varlığım görece bu şekilde algılayabiliyor.
Sana ulaşma ihtimali de yayılmıştı zamana, fakat artık kapsamlı hesaplamalar mümkün. Ve yayılmışsa da ihtimaller, eski ve yeni ihtimaller aslında hiç bir değere karşılık gelmemiş yani var olmamış esasen, bu gösteriyor ki var olmayacaklar da.
Bir güzel dost şöyle bir benzetme iliştirmiş okuduğu satırdan yola çıkarak;
“mârquez’in kolera günlerinde aşk romanında şöyle bir cümle var:“bütün bütün sildi onu, belleğindeki yerinde kocaman bir gelincik tarlası çiçeklendi.”
Gün içinde başka işlerle meşgulken hatırlıyorum bu cümleyi. Çünkü sevdiğimiz insan belleğimizde bir gelincik tarlasıdır meşgulken.”
Bunun üzerine ben bir uzun çizginin üzerine noktamı şöyle iliştirmek istiyorum;
Farketmişsin ki meğer her yerde her şeyde gelincikler ve onun temsil ettiği varmış. Bir bakmışsın meşgulken öteleyebildiğini farkedip onu unutmaya kalkarken kendinden olmuşsun. Acılı bir gerçek söz konusu diye tüm varlığını, hatrının bu kısmında ona dair her şeyi gelincik tarlasına ve bu tarlanın idrak ve seyrine adamaya kalkmış; öyle ki gerçeğini temsilini hatırlamayı mümkününce unuttuğunu sanmışsın..
Meğer her yerde her şeyde gelincikler ve onun temsil ettiği varmış. Bir bakmışsın meşgulken öteleyebildiğini farkedip onu unutmaya kalkarken kendinden olmuşsun. Şaşmışsın nasıl olur da neredeyse her köküm, sonra en sonunda sağlam kalan sayılı köküm dönüp dolaşıp bir gelincik tarlasının dibine ilişir diye.
Sonra anlam kazanır olmuş durum esasen; ağrı kesici yatıştırıcı etkisi varmış çünkü mavi-yeşil yapraklının. Bu saatten sonra diye başlayan sözler gelir olmuş ardı sıra, bu saaten sonra beni şimdi anca morfin paklasın.
Konuşabilinen nadir anların boşvermiş cesaretiyle dökülüverdi bunca söz.
Sonra başladığım noktayı yakalayıverdim; duyguya dair bir şeyi tamamlandıktan bittikten çekirdek soğuduktan sonra dile getirebiliğim bilgisi.
“imla kurallarıyla gelen mutsuzluk”
“terazinin bi kefesine hangi gerçekliği koysam bi diğeri boş ve yarım” farkındalığı ile
” bi garip tekillik” e varır.
Paralel evrenler diyordum belki muhtemeldir kesişir. Paralellik meselesi belki doğrulardaki gibi değildir, maddenin tümü ile olmasa da kesişmesi mümkündür belki, muhtemel.
Ama olası tüm evrenlerin ve ihtimallerin arasına sızan bir çatlak gibiydi, ilintili ilintisiz yolculukların hepsinde, her yerde ve eşzamanlı bir çatlak; ardını göstermeyen ama kendini belli eden. Belli etmediğinde bile hep orada olan. Meğer kesişmeyenin izdüşümü imiş.
Zihnim çatlakları mı duyumsayabilir oldu seninle. Yoksa sahi sen miydin, büyütmüyorum. Öylece de kurulmuş cakalı sözler değil bunlar, durum bildirileri.
” Olandan öte” değil. “Olan”, olağan olmayan.
Keşke bu kadar bilmeseydim, bu kadar bilmezken.
Ne meseleydi dilimden dökülecekler ama şimdi dilim vakıf konuşma yetisine ve şükür ki; beni artık sen bile kurtaramazsın.
Kaç meşguliyeti mümkün kılıp kaç tarla bıraktım bilmiyorum. Yine de mümkün olmayanlar var, yahut mümkünse bile mümkün kılma isteğini mümkün kılamıyorken çıkmazlara sarılıyoruz. Sarılıyorum. Çıkmazlarıma. Sarılıyordum.
Ama ne sebep.
Orada işte yakınsamayan, belki uzaklaşmayan; şimdi azad. Hep öyleydi. Şimdi benden de azad.
Bizim tek rastlaşbileceğimiz nokta sabitlikmiş, hürriyette sabitlik.
Ben soluk alabildim yeniden ama hür değildim. Şimdi şükür ki sen bile kurtaramazsın beni.
“kendini kurtaramayanı kimse kurtaramaz”
Şimdi şükür ki sen bile kurtaramazsın beni.
Şimdi sabit noktam, hüviyetim; hürriyetim ve ben şimdi.
Gelincik tarlalarını, doğal ağrı kesiciyi, yaşamayı hatırlatan pek çok bitkiyi, çam ağaçlarını ve seni hatrımın köşesinde bir çizginin ucundaki noktada “ben”e dair,” ben”den hariç tutuyorum.
Ağaçların soyundan kökleri köklerime değmeden bunca yaşamayı hatırlatan,
selam olsun.
Manzara seyri güzeldir, bir görüntüler silsilesinden uğurluyorum seni bir akışa.
Şimdi izninizle artık kara olmasın sevdalar.
Belki bir ihtimal vardır bir sevda kesişim kümesinde yer almaya dair, yok ise de başlı başlına bir hürriyet sevdası ile tutkuların peşinde olmak yeğdir,
bir çizgiler silsilesi ile,
Kendimi zamana yaydım, hiç. hep.
Hiçim. Hep