Sanıyorum ki hiçbir şey olamadım hayatta. Olamayacakmışım gibi geliyor en azından. Bir baltaya sap olmak lafını fazlaca duymaya başladım. Belki de algım ön yargılara boğulmuş. Yahut duymuyorum böyle laflar, kafamda kuruyorum… Demek bu “sap olamamak” korkusu içime işlemiş.
-Ne zamandır böylesin, ne zamandır dert ettin geçimi, sıkıntıyı anlat bana.
-Edemez miyim? Tamam, henüz yaşın erken diyebilirsin. Git hayatını yaşa, gençsin, kanın deli akıyor… Ama hissetmiyorum, hissedemiyorum. Acaba gençliği yaşayamadık mı?
Aslında böyle bunalımlı konuşmayı sevmem. İç sıkar, boğar insanı, böylesine düşünmek bile insan için zor, ağır gelir. Lakin söz ağızdan çıktı bir kere, bu muhabbette sıkıcı oluversin, ne çıkar! Sahip çıkarım fikrime, ama öyle körü körüne değil hakkını vere vere anlatırım, anlatacağım her ne ise. Beni ben yapan şeylerden biri sanıyorum.
Düşünmüyor değilim tüm bunların başarısızlık korkusu olamayacağını ve takılıyor aklıma şu durum ki pek fena “korktuğun, çekindiğin şeyi bile bilememek”.
-Yavrucum, nedir seni bu düşüncelere sevk eden? Mecnun musun nesin dalıp gidiyorsun denize. Halin hal değil bak söyleyeyim, hiç de anlatmazsın, dökmezsin içini, derdini anlatmayanın derman bulduğu nerede görülmüş?
-…
Anlatıyordum halimi, sevdamı da faydası mı olmuştu? Dinmiş miydi içimdeki kaynayan hisler, cevap mı bulmuştu sorularım? Hayır. Yüz bin kere hayır! Anlattığımla, kendimi yorduğumla kalmıştım. Sonuçta hep aynı şey; yine yalnız ben, yine yastıkla ve kendimle başbaşa, yine gece, yine ıslak, yine karanlık gök, yıldızlar sönük, heyecanım gibi. Harem sahilinde bakıyorum denize, İstanbul önümde, tarih gözümde canlanıyor. Ne sevinçler ne hüzünler, ne kahkahalar ne çığlıklar duyulmuş, ne zaferler, yenilgiler görmüş bu şehir, anlatır durur da görmezler, duymazlar. Dert görmüş bu şehir, yaşamış her şeyi tam manasıyla. Ne zaman konuşsam onunla, çıksam sokaklarına, arşınlasam yollarını, hiç yüz vermez bana, şımartmaz fazla dobradır, “Bir sen misin insan, bir sen misin dertli? Bak şu sokaklara, duvarlara…Toprağın altında kalmış hayatları düşün. Altında kaç şehir, kaç insan vardı sen bilir misin?”. Benim derdim neydi ki İstanbulla konuşunca. Azıcık açsam içimi pişman olurdum anlattığıma, anlatacağıma… Buna rağmen vazgeçemezdim ondan, bir o dinlerdi beni bıkmadan… Ha bir de bu dertleşmelerin neticesi kendimi sorgulamaktı. Rahat mı batmıştı da bana bu kadar dertliydim ya da çok mu büyütürdüm hislerimi.
-Hasta mısın? Değilsin. Karnın da tok hatta maşallahın var. Yok insan anca aşık olsa böyle olur.
-İlle de konuşturacaksın değil mi? Bir gençlik yaşayamadık be adam! Takıp yarimizi kolumuza gezemedik şu canım İstanbul’u, yaşayamadık ruhunu… Yapamadık bir nispet şu adamı çarpan sokaklara!
-Tüm derdin bu olamaz ya! Abartılacak bir şey değil ki bu. Gençsin, delikanlısın, aslansın, kaplansın…
-Hep aynı terane, hep aynı laf! Gençsin yaparsın. Gençlik mi bıraktı be bu sevda!
Bazı meselelerde kendimi iç dünyamda yerden yere vursam da itiraf edemezdim kimselere. Yediremezdim kendime, kendi dediklerimi… Mağrur oluyor bazen kalbim. Yediremiyor kendini ezmeyi yahut ezdirmeyi.
-Sen şiir falan yazardın hani ne oldu? Yine sıkılıp vazgeçtin değil mi? Bir şeyi de bırakma, devam et, uğraş azıcık!
-Uğraştım be uğraştım! Bak bırakmadım sevdim! Hem o görmeyince şiiri, neye yarar iki üfürükten mısra için kalbi yormaya, kalbinden akanı kağıda doldurmaya. Hem zaten kendim beğenmediğimi, ona mı beğendireceğim. Yapma, Allah aşkına!
-…
İnsanlar derdimi dinlerken abarttığımı boşu boşuna kendimi üzdüğümü düşünürlerdi. “Sen sevda görmemişsin” deyip küçümserlerdi. Hatta onlar böyle aşklara, kara sevdalara kendilerini kaptırmazlarmış, kalplerini kollarlarmış aşk denilen eşkıyadan… Daha da ileri gideni gidip “Aşk yalan” diyeni bile gördüm. Demek yaşadıklarımdan habersizmiş. Lakin ben biliyorum ki o lafların sahiplerini ve kalplerinin ta içlerini görsek ne aşklar vardır. Vardır da kalplerinde biri, söyleyemezler onlar da öylesine korkaktırlar.
Bazı şeyleri yeni yeni anlamaya başlıyorum. Şartlanmışım. Bir o varmış gibi. Bir o sevilir, bir ona aşık olunurmuş sanki! Sonra bu düşünceleri irdeleyince fark ettim. Tanımıyorum onu. Evet, apaçık ortada. Aşığım ama tanımıyorum. Bu nasıl bir saçmalıktır! E yine bana yakışır. Ruh halimin değişmesi ve bunu yansıtmam o kadar kolay ki! Beni tanıyan biri yüzümden okur ne hissettiğimi bazen sadece bakışlarım yeter, anlatmaya. Susarım ve gözlerim konuşur. Tezat duyguları bu kadar hızlı yaşayan biri tanımadığı birine de aşık olabilir yıllarca.
Tekrar düşünüp hayret ettim. Hiç tanımamışım onu. Ne sevdiği; renk, çiçek, sanat, müzik ne de nasıl eğlendiğini… Hiç birini bilmiyorum demek ki ona çok uzakmışım. İsmi ve resmi hariç bir boşluktan ibaretmiş aklımda, kalbimde. Ben yine de onu tanımadığıma değil bunu nasıl anlayamadığıma yanarım. Meğer tanımadığım bir insan içinmiş aşkım.
-Ne düşünüyorsun gene kara kara?
-Anlamaya başlıyorum. Bir yabancıya, en azından bana yabancı bir insana gönlümü kaptırdığımı. Sorsan bana nasıl biri, anlat ruhunu desen. Anlatamam. Belki bunun sebebi ona bakarken onun gözlerinden başka şeyi görmemiş olmamdandır kim bilir! Ama neyse boş ver bunları artık başarıyorum, unutuyorum atıyorum onu kalbimden!
-Ben demedim mi sana, boş yere kendini üzmüşsün bugüne kadar.
-…
-Ne o sustun yine daldın gittin yeniden?
-Neden olacak! Konuşup derdimi anlatacak kimse yok görmüyor musun? Yine ben, yine sessizlik…
>> http://ubeyhaa.wordpress.com