Yürüdüm. Sol tarafımda uzanan masmavi denizle sağ tarafımı boydan boya kaplayan çam ağaçlarının tam ortasında kokuları tüm doğal haliyle içime çeke çeke yürüdüm.
Tepeden nasıl küçük gözüküyor her şey; nasıl farklı içindeyken vapur ve buradan izliyorken denizde süzülüşü-sanki hiç dalgalara çarpıp sallanmıyor gibi. Ve ne kadar yakın gökyüzü; ya güneşi yakalayıp tam batarken “dur böyle” diyeceğim ya da bulutları getireceğim üstüme yağsın diye yağmurlar.
Pek severim insanları izlemeyi. Geçişleri izledim. Telaşı bırakamayıp bi yerde manzaraya karşı iç çekişlerini. Çaya kaç şeker attıklarını. Komşusundan kocasından kaynanasından yana sitemlerini.. “Memleket meselelerine” el atıp.. “Olacağı yok çekip gitmeli bu memleketten” diyeni de..Seveni de söveni de.. İzledim.
Doymayan, doyamayan godaman kıçlarını yasladıkları deri sandelyelerden “ölümler” savuran “adam”lar için bir de ben küfür savurdum manzaraya doğru.
Tekrar döndüm insanlara. Tek tek. Ne kadar çok insan ne kadar çok hikaye var. Ama kimselerin vakti yok durup hiçkimsenin hikayesini dinlemeye. Dinlemek yerine; acımasız önyargıları, en “yasa tanımaz”ın bile kendi doğruluk kümesinden çıkardığı hükümleri var; uymayanı yargılayan. Olduğu yerde “say”dıkları, taptığı dogmaları var; “say”mayanı yargılayan. Hikayeler zaman kaybı.. “Etiketler” en kolayı.
“Kapatıp kendimizi; yalayıp geçelim hayatlarımızdan birbirimizin. Bir figuran gibi”
Ne yazık bir dosta değil de bir figurana ihtiyacı olana..
Kızgınlık, merhamet, çaresizlik, umut.. hepsi üşüsüyor insandan yana düşünene.
Kafamdakileri kovup yürüdüm biraz daha. Bu sefer insansız, zamansız ve mekansız gibi. Güneşi batırana dek yürüdüm.