İçine çektiğin her oksijen ve her karbondioksitten nefret etmek böyle bir şey olmalı. Zayıfsındır ve tuvaletin içine boşalttığın bokun kokusunda boğulursun. Yediğin ve yemediğin şeylerin acısı çıkar içinde. Oturursun ve düşünürsün, zaman geçer ve deper saçların önüne düşer. Kokunda boğulursun. Ama umursamaz tinin o iğrenç kokuyu. Bacaklarına oturmaktan kramp girer bazen, hatta bacakların senin dökemediğin gözyaşlarını döker ama mecal ve hal kalmamıştır sende, beynin takılı kalmıştır beyninin içinde ve orası bir çukur, orası bir çamur, orası dünya, mars, venüs ve evren. Bütün vücudunu, saçlarının dibinden ayak parmaklarına kadar, fiziğini içine çekersin. Ruhunun çirkinliği ve ezilmişliği gözünü o kadar perdelemiştir ki bokunun kokusu sana normal gelir, duymazsın. Kendini hayvan gibi hissedersin. Yemek, içmek, sıçmak, seks seni hiçbir zaman rahatlatmaz. Kaybolursun o derin çukurda, belki de nefesin sıkışır ve sen hala o tuvalette oturursun. Önüne bakıp düşünmekten kafanın üzerine düşen iğrenç, sarı ışığı unutursun. Kalkarsın ve aynaya bakarsın, ne kadar çirkin olduğunu düşünürsün birkaç saniye fakat yine kaplar seni bunalım ve unutursun. Sifonu çekersin, bozuktur. Bi’daha basarsın; taktiği hatırlarsın ve çalışır. Yüksektir sesi. Yüksektir sesi ama seni ayıltmaz. Hiçbir zaman tam açamadığın gözlerinle yüzünü incelersin, gözlerini ovuşturursun ve evet çirkinsindir hala. Ama takmıyorsundur aslında, ya da görmüyorsundur. Çok da umursamıyorsundur artık. Elini, yüzünü kurularsın ve atarsın kendini kapıdan. Sonra odana gider yatarsın. Arkadaşın varsa gülersin, taklidine, ama taklit olmayan taklidine, devam edersin. Arkadaş yoksa da ortada ışığı kapatırsın. Uyumak istersin. Ama sabaha kadar uyuyamazsın. Sana gece kuşu derler, gülersin. Ama uyuyamadığını söylemezsin;
“Ben geceleri seviyorum.” dersin.