Yoğun bir karmaşayla uyanıp, sanki tüm gece düşünüp, canımı sıkmışçasına doğruluyorum. Bir şekilde hala pes etmemiş oluyorum. Sonlanmayan, uzun uzadıya canımı sıkan, bana ancak acınası durumda olduğumu hatırlatan, paçaları artık kısa gelen pantolonun bile daha uzununu alamayan bir babanın varlığı. Onun uğruna çabaladığı her şeyi hatta çaba göstermesini bile önemseyemiyorum.
Yıllardır, hafızamı zorlayabildiğim en art zamana kadar onunla ilgili zihnimin önüme koyduğu görüntülerde hep aynı anları tutuyorum. Sabahın erken saatlerinde kalkar, sefilce üstünü değiştirir ve evden çıkar. Tek bir sabah bile karısından sıcak bir çay isteyecek dirayeti kendinde bulamaz. Odanın öbür köşesinde, tek nefeslik bu yerde, tonlarca ağırlığı olan yün yorganın altından onu izlediğimden beri durum hep böyle.
Belki aynı okulda gün boyu onunla karşılaşma ihtimalimin olması ve bu anlarda mutlak surette onu görmezden gelme gerekliliğim, beni tüm okul yaşamım boyunca tedirgin kıldı, kılıyor. Beni daha yıkıcı günlere, bir baltanın sapı olamayışıma yaklaştırmasına rağmen büyük isteğim kendimi bir gayret lise koridorlarına atmak. Çünkü benim gibi çocuk mu ergen mi hangi gruba dahil olduğu henüz kesinleşememiş biri için, babasının her saat başı okulun uzun koridorlarını yoğun çamaşır suyuyla temizleyen adam olması bir miktar can yakıcı olabiliyor. Tabanı aylardır su alan ayakkabıya, ergenliğin hızına yetişemeyen pantolon boyuna, tost yerine simit yemeye katlanabilirsin de artık onunla göz göze gelmemek, boynunu eğmemek için her defasında bu okuldan gitmek, kaçmak, kaybolmak istersin.
Bazen zangır zangır titreyip, hep böyle ezik, bir adım beş adım, yüz adım geride hissedeceğim diye benliğimi haşat eden, kabullenmişliklerin en aşağılığı, yaşamım boyunca yüzü kızaran bir adam olacağım kaygısı beni tüm uçurumlara koşar adım yaklaştırıyor.
İçine doğup anında eğretilediğim bu yaşamın herhangi başka rolünde daha mutlu hissedeceğime dair bir yanılsamam da yok ne yazık ki. Mesela ancak reklamlarda görebildiğim markaları giyen, tüm o hamburgerleri istediği an yiyen ve bu yüzden ağırlığı benim on dördüme kadar yediğim yemeklerin beş katı olan Selim’in rolü de bana cazip gelmiyor. Üzerinde nizami duran kıyafetleri, yanındaki şaklabanları ile onun yaşamı da beni bir prens olmaya özendirmiyor. Teneffüslerde bile oturduğu yerden kalkmaya üşenen, o koca bedeniyle bir taht vari benimsediği sırasında günlerini geçiriyor. Bazen düşünmüyor da değilim. Acaba bedeniyle barışamadığı için mi koridorlarda boy göstermiyor? Benim babamla karşılaşma ihtimalimi hiç ihtimal dahiline sokmamak adına sırama yapışmam gibi Selim’de belki yanlarından sarkan korkunç yağ birikintilerinin yürürken birbirine çarpıp koridoru inletmesinden korkuyordur. Neyse ki etrafında yalaka takımı var ve hareket etmesine gerek kalmıyor. Onun sınıftaki kızlar gibi can eriğine benzer memeleriyle dalga geçilmemesinin sebebi de etraftakilerin bol bol çikolata yemesiyle ilgili bence. Yoksa korkunç bir zorbalık hikâyesi yazılabilirdi.
Sürekli mutsuz dolaşmam, şapşal suratımın hep asık olması en çok da annemi deli ediyor. Kendi yoksulluğunu, mutsuzluğunu, özenmişliğini örtbas etmek için adımı Sefa koymuş sırf. Bir gün dikilip karşısına söyleyeceğim ona “adım ayağımı sıkan ayakkabılarımı kamufle edemiyor anne” diye.
1 comment
Merhaba yaratıcı yazarlık alanındaki bu eserinizi izniniz olursa okul dergimizde kullanmak istiyoruz