Yağmur yağıyordu yine. Yıllar önce olanları unutmamış gibi tam bugün de ağlıyordu bulutlar. Cam kenarındaki tekli koltuğa oturmuş, bomboş gözlerle dışarıyı izliyordu genç adam. Bir duvar örmüştü sanki her şeye karşı, anılarla doldurduğu odada başka hiçbir şey olmasın diye. Bugün sesizlik hakimdi bütün eve, buram buram hüzün kokuyordu her köşe. Odalarda yalnız onun kokusu koşuşturuyor, fotoğraflarda yalnız onun sesi görülüyordu. Hasret doluydu bütün eşyalar, ağlıyordu sanki duvarlar. Tuttuğu her kapı kolu, dokunduğu her örtü buz kesmişti bugün. Yağmur dışarıda yağıyor, fırtına içeride kopuyordu sanki, yerle bir olmuştu bütün hatıralar.
Usulca kolundaki saate baktı genç adam, vakit gelmişçesine yavaşça ayaklandı. Ağır adımlarla çıktı salondan, duvardaki fotoğraflara uzun uzun bakarak geçti koridordan ve en son derin bir nefes alarak girdi yatak odasının kapısından. Onca dağınıklığın arasında, önündeki yatağa daldı buğulu gözleri. Sanki görmese bile, o yatakta uyuduğunu hissediyormuş gibi baktı dakikalarca. Etrafa saçılmış gömlekler, pantalonlar, yastıklar arasında adeta başka bir dünyaya aitmiş gibi duruyordu bir zamanlar zevkle seçilmiş o mobilyalar. Eskiden sarayları andıran bu oda, şimdi bir kilerdi adeta.
Boyundan büyük bir yorgunluk vardı genç adamın üzerinde. Bu acı çok yaşlandırmıştı onu. Odanın her duvarı üzerine yıkılmıştı sanki, kalbi enkaz yeriydi. Gözyaşları silip atmıştı yüzündeki maskeyi, binlerce parçaya bölünmüştü benliği.
Usulca odanın diğer köşesindeki dolaba ilerledi genç adam. Gözlerini kapattı ve ufak bir duraksamanın ardından hızla açtı dolabın kapaklarını. Yüzüne çarpan o tanıdık kokuyla semsemledi, uzun zamandır buraları değil de rüyalarını süsleyen o kokuyla…
Anılar zihnine doluşup da hasret kaldığı gülüşü hayallerinde canlanırken acıyla açtı gözlerini, hızla attı yere dolaptaki bütün kıyafetleri. Duvaksız bir gelinlik kalmıştı geriye sadece, tereddütle aldı onu da ellerine. Sarıldı ona avucunda bir kelebek tutarmış gibi, azıcık sıksa ölecekmiş gibi…
Sağa sola saçılmış kıyafetlerin arasında, kollarında bir gelinlikle öylece yatıyordu yerde. Bir daha hiç yaşayamayacağı şeyleri düşünüyor,anılara sımsıkı sarılıp hissetmeye çalışıyordu onu. siyah kadar mutlu, beyaz kadar hüzünlüydü genç adam. Dalgalı bir denizdi, kendi kendini boğan; sisli bir havaydı, içinde çok şey saklayan… Tarif edilmez bir özlem sarmıştı içini, ne kelimeler yetiyordu anlatmaya ne de o dışa vurabiliyordu hissettiklerini. Doğumu olmayan bir güneşin batışıydı belki.
En güzel takımını giydi, en güzel kravatını seçti, en güzel parfümünü sıktı ve elinde çoktan solmuş bir gülle çıktı dışarı. Yağmur daha da şiddetlenmişti şimdi. Hava olabildiğince kasvetli, bulutlar olabildiğince griydi. Eskiden el ele geçtileri yollarda yapayalnız yürüyordu genç adam. Her sokağında bir anıları olan bu şehirde daha da boğuluyordu gün geçtikçe. Attığı her adımda kendinden bir parça bırakıyordu yollarda. Öyle yıpranmıştı ki, ruhuna yama yapmaktansa yavaş yavaş ölmeyi seçmişti. Anılar bir bir saplanıyordu kalbine, insanlar gidiyor anılar kalıyordu işte.
Her gülüşleri bir gözyaşıydı artık onda, her kahkahaları bir hıçkırık. Öyle bir hüzün doldu ki içine, ne dışarı atabiliyordu onu ne de saklayabiliyordu en derinine. Adımları son bulduğunda kravatını düzeltti, elini ıslak saçlarının arasından geçirdi ve buruk bir gülümseme yerleştirdi yüzüne. Nihayet varmıştı sevgilisine, diz çöktü yanına, sımsıkı sarıldı ona. Sonra anlatmaya başladı güneşsiz günlerini, aysız gecelerini. Anını aydınlatan bir ışığı yoktu artık onun. Geçmeyen saatlerini anlattı. Onun gidişiyle durmuştu zaman, tükenmişti bütün piller, bozulmuştu tüm saatler. Bitmeyen hayallerini anlattı, olmayacağını bile bile kurduğu hayallerini. Bir adam anlattı ona, her bir hücresiyle oradayken ilk defa bu kadar parça parça. Bir adam anlattı, karanlığa dokunup da sessizliği hisseden. Bir adam anlattı, içi binlerce parçaya bölünen. Ve sonra bir adam anlattı, gözyaşları yağmur damlalarına karışırken, içindeki fırtınalar yerini sakin meltemlere bırakan bir adam.
“Çok canı yanıyor bu adamın.” dedi. “Ne içine akıttığı gözyaşları söndürüyor alevleri ne de yağan yağmurlar soğutuyor kalbini. Her gün her gece hissediyor sensizliği. Sessizliği en çok sensizlikte yaşıyor bu adam, yokluğunda bile seviyor seni. Her cümlesinde sen varsın diye konuşuyordu bu adam, her parlak ayda seni gördüğü için seviyordu geceleri, aldığı her nefeste kokunu çekiyordu içine. Öyle çok özlüyor ki seni, şimdi bu gül gibi söndü neşesi.
“Sana aitti bu adamın gülüşü, sana aitti mutluluğu, sana aitti kalbi. Seninle birlikte gitmiş onlar da belli ki. Şimdi öyle boş ki içi, dokunsan düşecek sanki uçurumdan.Ruhu öyle tedirgin ki, ne yerleşebiliyor bedenine iyice ne de gidebiliyor sessizce. Kalbi öylesine kayıp, bedeni öylesine yorgun, gözleri öylesine sessiz ki adamın, her gün biraz daha yok oluyor kimliği. Kalbi biraz daha uzaklaşıyor, bedeni biraz daha ölüyor, gözleri biraz daha çöküyor.”
“Terk edilmiş bir şehir bıraktın sen ardında. Unutulmuş bir şiir, kaybolmuş bir şair. Ardında bir enkaz bıraktın sen, ardında beni bıraktın…” Bu sözlerle son buldu genç adamın yüzündeki buruk gülümseme. Sonra bir yaş süzüldü yanaklarından,bir tane ve bir tane daha… Şiddetle yağan yağmurun altında öylece durup ağladı genç adam dakikalarca. Yarım kalmış çok cümlesi vardı, söyleyemediği. Çok hayalleri vardı, gerçekleştiremediği. Onca söz vardı, tutacaklarını düşünüp verdikleri. Hayatından, yanından, yüreğinden giden biri vardı, henüz kabullenemediği. Hüzün bulutları üzerine çöküp, yağmur dalgaları kalbini sürüklerken “Eskiden yağmur yağdığında beraber çekerdik o büyüleyici toprak kokusunu içimize…” dedi titreyen bir sesle. Perişan bir halde duruyordu genç adam eşinin mezarının yanında. Ve son kez sarıldı toprağa. “Oysa şimdi havada, yağmura karışan gözyaşlarımın akıttığı sensizlik kokusu var yalnızca…”
2 comments
Sitede okuduğum en başarılı yazılardan bir tanesi.Yazılarının devamını heyecanla bekliyorum…
kocaman teşekkür ederiim