Bir kitapta okumuştum, insan yalnız kalınca konuşmayı da unuturmuş. Aklında ne var ne yok hepsini yavaş yavaş yitirirmiş. En sonunda yitecek bir aklı olmadığını fark ettiğinde bir avuç ilaç, bir halat, yahut başka şeyler, gerisi bildik hikaye. Yok. Bildik hikaye yok. Bildiğim hikaye yok. Yani vardı ama, unuttum birer birer. Önce şu göl kıyısında olan hikayeyi unuttum. Öyle bir hikaye var mıydı yok muydu bilmiyorum. Dedim ya unuttum. Eskiden iyi bir öğrenciydim, yani notlarım geçer seviyedeydi ama anlıyordum hiç yoktan. Konuşuyorduk kantinde. Seninle tanıştığımız günü hatırlıyor musun? Bir o gün kalmış aklımda. Beş saat konuşmuştuk. Beş saat. Beş saat olduğunu da derslere girip çıkan insanlar söylemişti. O insanların da yüzleri yok aklımda. Ne konuştuğumuzu da hatırlamıyorum. Sadece beş saat konuşacak kadar çok şey varmış içimde o zaman. Arzuluyorum beş saat konuşmayı yeniden. Sesim çıkmıyor. Ne diyordum? Öğrenciyken düşündüğüm, konuştuğum, hatta savunduğum şeyler vardı. Düşünsene (zira ben düşünemiyorum) savunduğum şeyler. Bir şeyi savunmak için, o şeyi iyi bilmek, hiç değilse bilmek gerekir. Oysa bildiklerim penceremden gördüklerim kadar. İnan bana, o tepe kendini her gün hatırlatmasa, ya da o yıldız, birkaç tane daha var, her gün aynı yerden geçmeseler, şu güneş, her gün kendini hatırlatmasa, onları da unuturum. Seni de unuttum. Şunları kendi kendime yazıyormuşum gibi düşünmesinler diye bir sen uyduruyorum kendime. Bu da aramızda sır olarak kalsın. Ya da kalmasın, ya da ne bileyim. İnsanlar ne der, neye benzer sözcükleri, unuttum. Yazmasam yazmayı da unuturdum. Unutmamak için yazmak böyle bir şeymiş işte, her bir ses bilgisi kuralını, noktalama işaretini kuralı kuralına kullanmak. Yoksa, böylece… Karıştı yine kafam. Neyse, sen ne yapıyorsun? Ha, yoktun değil mi, afedersin. Kapıyı kim kilitledi bilmiyorum. Çıkmak istiyorum, çıkamıyorum. Korkuyorum. Şükür ki korkuyorum. Korku varsa hala aklım yerinde demek. Öyleyse yaşıyorum. Yaşadığıma kim inanır? Pencere önü kuşları, kumrular ve güvercinler. Her sabah onlarla göz göze gelmenin ne büyük nimet olduğunu nasıl anlatsam? Gözlerine bu denli yakın olabildiğim yegane canlılar. Ekmek kırıntılarını bırakıp yanıma gelmelerini başka türlü nasıl açıklayabilirim? Onlar da korkuyor. Korkuda ortaklaşıyoruz. Öleceğiz. Benim ölümüm çok da önemli değil. Onların ölümü önemli. Ölmeseler keşke. Kuşlarla beş saat kadar konuşamıyoruz. Birkaç kelam edersek şanslı sayıyorum kendimi. “Nasılsın?!”, “Gu-guuuk guk!”, “Peki öyleyse!”. O uçuyor. Ben uçamıyorum. İşte aramızdaki varoluşsal fark. Bak, hatırladım. ‘Varoluşsal’ dedim! Bunu önceleri de diyordum. Ama hangi cümlenin içindeydi acaba. Beynimdeki bu temassızlığı gideremiyorum. Ama yazıyorum. Okuduğun kadar masum değilim. Kim bilir her gün ne kabahatler işliyorum da yitiriyorum aklımı. Kim bilir ne kabahatler işliyorum da ağlıyorum böyle. Sen biliyor musun? Bana da söyle. Bana söyle. Bana bir şeyler söyle. Ne olur. Söz veriyorum, konuşursan, hatırlayacağım konuşmayı. Söz veriyorum, konuşursan, hatırlayacağım.