Özel bir gün. Kayıplarımla yaşamayı öğrenmeye başladığım gün. Bütünlüğü telafi etmek için çalışmaya başladığım gün. Zor yoldan.
Daha iyi bir gelecek? Belki bir sonraki kadehte inanabilirim. Daha güzel bir yarın. Çözümlenmiş sorunlar, el ele veren insanlar, problemlerini çözmeye istekli, kararlı bir toplum…
Pek çok şeye çare bulduk, teknolojide ilerledik. Ama her çağ gibi bugünün de kendine yarattığı sorunlar var.
Engelimi ben seçmedim. O bana geldi. Burada benimle oturan, sohbet, dans eden, insanların çoğuysa onu çağırdı. Vardığımız refahın meyveleri başka ihtiraslar doğurdu. Değişmeye başladık.
Kendimi ve zamanın ruhunu sorguluyorum. Nefessiz kalmış bu toplumu gözlemlerken karanlık, gelişim dediğimiz yapaylığın sahnesinde, kahkahaların arasında içkimi yudumluyorum. Önümdeki direğe dolanan kadının bornozu düşüyor ansızın. Bedenini bütünleyen bacak ve kol protezleri diğerlerinin iştahını kabartarak ortaya çıkıyor. Tutunduğu direkte hızla dönerek yere uzanıyor. Silikon yok, yapay deri yok. Arzulu alkışların arasında kadehime gülümsüyorum. Direkte kendimi hayal ediyorum.
Kendini modifiye ederek yükseleceğine inan ve hala kendini “insan” sıfatıyla tanımlayan bir zamanın, dünyanın vatandaşıyım.
-“Barmen?! Bir tane daha.”
İçkimi beklerken Dr. Monroe’nun kartviziti ile oynuyorum. Kartın şeffaf yüzeyinde hologramik bir tanıtım oynuyor. Podyumlarda onlarca kadın direklere dayanarak, sarkarak ardı ardına soyunuyor. Müziğe rağmen arkadaki barda kahkahalar atan sosyetik kadınlar ve erkekleri duyabiliyorum. Yeni model organlar, uzuvlarından bahsediyor, sergiliyor ve birbirlerini daha seksi, daha dayanılmaz buluyorlar. Dönüştükleri şeyden mutlu görünüyorlar.
Her eklenti bedeni kaplayan bir kabuk. Bu modern batakhanede sarhoş rolü yapıyorum. Neden buradayım? Anlamaya çalışıyorum, ama benim bir engelliliği anlama ihtimalim ile onların hayata yükledikleri beklentiler aynı değil. Neyi kaybettiklerinin farkında bile değiller, umursamıyorlar.
-“Şerefinize!…” diye boğazımı yırtarak çıkıyor sesim. Abartılarından duymuyorlar.
Barın arkasında localar var. Bir adım ötesi için özel odalar. Arzularını tatmin etmek isteyenler için kucak açan rahimler… Yapay hazzın yatakları. Ancak deriden deriye geçebilecek duyguları tatmin için devreler vasıtası ile sinir uçlarına yollanan yoğun mesajlar. Önlenmiş erken ereksiyon. Daha az duyumsamak ama daha çok haz. İftiharla çağımı sunarım.
-“Hey! Bir tane daha.”
Duyumsamadan hissetmek. Mümkün gelmiyor. Kaybınızla açılan derin yarığı durmadan doldurmaya, birleştirmeye çalışırkan üstelik. Teknolojinin ortasında, orada olmayan kasların ağrılarını bu kadar özlerken. Kaybetmeyi anlamıyorlar. Verdikleri, ellerinin arasından giden şeylere rağmen yaşamak, devam etmek mi bu yaptıkları? Sonuçlarının nereye varacağını bilmedikleri bir erezyon. Artık birbirimize dokunamayacağımız, yapaylığın tüm tenimizi kaplayacağı o güne hızla yol almak bu. Bizim arsızca çağırdığımız şehvetli küçük kıyametimiz.
Pantolonuma kayıyor elim. Bacaklarımda derin, soğuk bir yapaylık. Farkındayım. İlerde oturan kadın yanındaki adamla kadeh kaldırıyor. Alımlı, hoş bir havası var. Kısa eteğinin izin verdiği ölçüde son model DX3200 protezini sergiliyor. Birden kucağındaki köpek bana doğru bakıyor. sol gözü yorgun, sağ gözünde ise yeni takılmış mekanik bir aksam var. Onun tercihi olması imkansız! Sanırım kusacağım. Buradan çıkmalıyım.
*****
Yüksek binaların arasına sıkışmış yollarda, binaların üstüne kurulan güneş panelleri ile aydınlatılan solar kaldırımlarda yürüyorum. Bina cephelerine yansıtılan dev reklam ışıkları oyunlar yaparak tüm sokakları, caddeleri boyuyor. Bu yüzeysel renkli dünya içinde savrulan insanlar, içlerinde tanımlamaktan çekindikleri derinlikten uzak durmaya çabalıyor. Başka türlüsü mümkün değil. Modern çağın tutku objesi oyuncaklarını izliyorum. Androidleşen kadınların, erkeklerin uzuvlarını, özelliklerini öve öve bitiremiyorlar. İnsana katabilecekleri hız, güç, hafıza, görüş, sinir sistemi, otomatik uyku gibi özellikler tanıtılıyor. Oysa ben 13 yıldır doğru düzgün uyuyamıyorum. “Yapay organlar yaşam süresini uzatır.” deniyor. Duyguların, bir engellinin kayıp hissiyatının tam tersine, reklamda bir kız protezinin üstüne giydiği mini etek ile erkek arkadaşına sarılıyor, öpüşüyorlar, adamın eli kızın belinden proteze doğru kayıyor.
Olimpiyat sporcuları kadar hızlı koşmak, zıplamak, tenis, basketbol, futbol oynamak veya bir satranç oyuncusu kadar taktik geliştirmek. Bir avcının dürbüne gerek duymadan avına yakınlaştığı yapay gözler, gece görüş. Bir engellinin temel ihtiyaçlarından çok normal insanların takıp çıkardıkları lüks tüketim malları haline gelmiş popüler ve sansasyonel ürünler. Çağımın ihtişamlı gösterişi karşısında evime sığınıyorum.
*****
Zonklayan başımı yastığa koyuyorum. Çabuk unutmayı, hiç düşünmemeyi diliyorum.
Parmak uçları üzerinde yükselmek ve o rafa uzanmak. 13 yıldır gördüğüm bir rüya. Onu almaya çalışırken ellerimden kayışı, düşüşü. Her şey hızla olup bitiyor. Kavanoz hızla alçalıyor, dokunuyor ve yavaş yavaş parçalanıyor. Bedenimde, sinir uçlarımdaki hayaletler artık olmayan uzuvlarıma doğru iğneler batırıyor. Tüm gece kavanoz düşüyor, tüm gece ben düşüyorum, gece olmayan baş parmağım kaşınıyor. Her gece paramparça olacağımı biliyorum.
Sabah oluyor. Dünya bir kez daha bu meydan okumayı görmek istiyor. Uyanıyorum. Gözlerimin içinde tavanımdaki yıldızlar var. Hologram odadaki tüm boşlukları dolduruyor. Tavanıma doğru düşüyorum. Deniz gibi özgürce kabul ediyor, taşıyor beni.
Alarm çalıyor, odamın kapısı üzerinden güneş cilveleşen kuş sesleri ile doğuyor. Bir kaç kırlangıç üzerimden geçiyor. Yeşillikler arasındayım. Kayalara çarpan dalga seslerini duyuyorum. Havalandırma çalışıyor ve sessizce rüzgarlarını üstüme yolluyor. Programdan seçtiğim leylak kokusu odamı kaplıyor. Karşımdaki duvarda dalgalı okyanusu görüyorum. Sol yanımda, panjur-panelin olduğu yerde adeta Dünya’nın sonunda duran, ışık saçan bir deniz fener var. Zorlu yamaçlara yuva kuran albatroslar bulutlara doğru inip kalkıyor…
Kalkmak üzere hazırlandığımda gözüm yere takılıyor. Yeşilliklerin içinde karınca sürüsü köşede, üzerinde kablolar olan, muhafazası içinde duran DX300 model protezlerime doğru ilerliyor.
Bacaklarım kenetleneceği anı bekliyor. Uçlarında sensör olan kabloları bacağımda dövmelenmiş noktalara yapıştırıyorum. Bekliyorum. Sinir sistemim ile protezim, emir uygulama sistemi eşleştiriliyor. Algılıyor. Tüm sensörler yeşil, sokete giriş, kilitlenme sesi, eklem kontrol, refleks. Ayağa kalkabilirim.
-“Hologramı kapat. Ay ışığı sonatı. Beethoven.” Evin tüm odalarında müzik yankılanıyor.
Kahvaltımı hazırlıyorum. Aç karnına spor ve ardından duş. Tost ve kahvemi yanıma alıp Hologramik masa-panelde son haberlere bakıyorum. Dr. Monroe ve kliniği. Alınması gereken bir karar. Alarm ve acil durum yaşam sistemini kapatıp “Otomatik Panjur-Panel Kaldırma Sistemi”ni devreye sokmadan önce birkaç saniye düşünüyorum, “Ne değişecek? Neye yarayacak?” Modern Dünya komutumla açılan panjur-panellerin ötesinden, camın arkasından ortaya çıkıyor. Tostu ısırdığımda gözüm dün akşam çıkardığım pantolonumun cebinden yere düşmüş kartvizite takılıyor. Kartı panelin üzerine koyuyorum. Tanımlıyor. Masa üzerindeki sanal ekranda “Arama yapmak ister misiniz?” yazıyor.
-“Evet.”
– “Dr. Monroe’nun Biogenetik / Yapay Uygulamalar / Protez Kliniği, lütfen kendinizi tanıtınız.”
– “Vatandaşlık numaram 6534029187. Ürün Esseb, Model numarası DX300, Ürün kodu 839451”
– “Bizi tercih ettiğiniz için teşekkürler. Lütfen bekleyin… Sınıflama “Öncelikli”. İkinci görüşme. Sorunu tarif edebilir misiniz?”
– “Sağ diz iç mukavemet sisteminde esneme kaybı. Tam teşhis için bağlantı talep ediyorum.”
– “Bağlantı için hazırlanınız. Protezinizin sinir sisteminiz ile bağlantılı olduğuna, sensörlerin kenetlendiğine emin olunuz. Lütfen bekleyin.”
– “Bağlantı sağlandı. Teşekkür ederiz. Sistem kontrol ediliyor.”
– “Protez iç eklem bağlantılarınızda yapay tendon erimesi mevcut. Dr. Monroe özel çağrı açmış. Biyogenetik. Doktor notu, kliniğimize uğramanızı önemle rica ederiz.”
– “Teşekkür ederim. Bugün uygun mu?”
– “Takvimim size açık. Onaylandı. Gün için randevu oluşturuluyor. Dr. Monroe sizinle görüşecek. Şehir merkez saati ile 11:00’de.”
– “Teşekkür ederim.”
– “Aydınlık bir gün dileriz.”
Camın ötesinde yorgun, yapay ve buğulu bir şehir yansımam ile birleşiyor. Onu ret ediyorum. Yeterince aydınlık değil. Yeterli bile değil. En azından bu sabah kahve güzel. Kahveme ve beyaz kupama sığınıyorum. Parlak, beyaz… Fayanslar kadar beyaz ve parlak.
*****
Kan kaybediyorum. Bir hatıranın içinde canım akıyor.
Özbekistan’ın Zarafshon bölgesinde doğal afet ile ortaya çıkan eski kalıntıları incelememiz istenmişti. Gelişen uydu teknolojileri sayesinde belli bir noktaya kadar yerin altını tarayabiliyor, kazı yapmadan antik şehirleri sanal olarak yeniden ayağa kaldırabiliyor, en küçük buluntuları bile sanal kataloglarla sergileyebiliyorduk.
Kültür mirasları tüm ülkelerin ortak deklarasyonu ile insanlık adına korumaya alınmıştı. Tarihi eser tahribi ve kaçakçılığı ile etkin mücadele ediliyordu. Büyük servetlere sahip bazı kişi ve kuruluşlar tarihi eserlere müthiş paralar ödüyor, örgütlü olarak bu yasal olmayan ortamı besliyorlardı.
Keşif görevi olarak çıktığımız görev, destek birliği olarak yanımıza verilen özel eğitimli askerler sebebi ile farklı bir boyuta bürünmüştü. Bilgi alamıyorduk. Verilen önlemlerden anladığımız kadarıyla özel bir buluntunun izine rastlanmış olmasıydı. Heyecanlı, belirsizlik sebebi ile tedirgindik. Her şey çok hızlı oldu.
Oraya vardığımızda eski bir uygarlığın parçaları arasında yaşayan insanlar gördük. Bu küçük yerleşimin yakınında kutsal saydıkları dağın yamaçında büyük bir heyelan gerçekleşmiş, dağın içlerine doğru ilerleyen bir tünelin girişi ortaya çıkmıştı. Tünele doğru temkinli bir şekilde ilerlerken heyelan sonucu yıkılan kapı taşının üzerine kazınmış betimleri ve yazıları gördük. Dikkatimi çeken ilk kelime Pandora (Πανδώρα)’ydı.
Girişe yaklaştığımızı ve sonrasında yaşanan büyük patlamayı hatırlıyorum. Gözlerimi açtığımda çığlıklar ve silah seslerini duyuyordum. Kalkamıyordum. Görüntü netleşince tek ayağımı neredeyse kaybettiğimi, diğerinin her dakika daha da morardığını gördüm. Şoktaydım. Hissetmiyordum. Bayıldım…
Rüyamda yada rüya olduğunu zannettiğim bir yerde, geniş koridorun sonunda, yıldızların altında annemi gördüm. Eski mutfağımız olduğuna yemin edebileceğim çatısı olması gereken yerde gökyüzü olan bu evde annem bana gülümsüyordu. Dolabı açtı ve bir kavanoza doğru parmakları ucunda dikilerek uzandı. Kavanoz annem ve gülümsemesini hatırlatan şekerlerle doluydu. Gözlerimi araladığımda beyaz, parlak fayanslarla çevrili bir odanın içinde sedyedeydim. İlerleyen kangren sebebi ile diğer ayağımın da kesilmesi konuşuluyordu. Bir an bacağımdan arta kalanları gördüm. Doktorun bağırdığını hatırlıyorum –“Tekrar bayıltın! Hemen!”
İki gün sonra uyandığımda bulduğumuz alana bir roket saldırısı yapıldığını, üç asker, iki arkeologun öldüğünü öğrendim. Arkeologlardan birini tanıyordum. Keşfedilen giriş tamamen kapanmıştı. Hayatta kalmam mucizeydi. Birkaç adım daha atsaydım tünel üzerime çökecekti.
Aylar sonra sol bacağıma takılan DX100 ara faz protez modelinin uyumlama sistemi ile uğraşırken yatağımın ucundaki uzman diğer bacağımı kesecekleri tarihi bana aktarıyordu. Son defa bakıyordum ona. Onunla ilk defa tanışıyormuş, dikkat ediyormuş gibi orada uzanıyordu. Gidiyordu. Bu sefer ani bir patlama değildi kulaklarımdaki. Kalan son açık yaramdan yere bir kan damlası düştü. Canım akıyordu.
-“Kesmeliyiz.“ dedi.
-“Daha yukardan kesmeliyiz. Eşit olursa rahat eder, sendelemeden yürürsün.”
Duymuyordum, duymak istemiyordum. Daha fazla mı?…
*****
Dr. Monroe’yu bekliyorum. İçeri girdiğinde beni duvarlara, paralize olmuş bir şekilde fayanslara bakarken yakaladı.
-“Şaşırdım.”
-“Çok düşündüm. Düşündükçe ben de şaşırdım.”
-“Tekrar etmemde mahsur yoktur umarım. Modern denilen bu Dünya’da doğallığa ve umuda sahip çıktığı için mesleki intiharla anılan bir biogenetikciyim.”
-“Bunları ve daha fazlasını da biliyorum.”
-“Yapay, gelişmiş uzuvlarla eskisinden de…”
-“Hayır, lütfen. Lafınızı böldüğüm için üzgünüm. Engelliği ve protezleri anlıyorum ama bunu istemiyorum. Bir ihtimal daha varsa… Bahsettiğiniz ihtimal…”
-“Diyelim ki var! Denenmemiş, yasal olmayan, hatta yapay organ/uzuv üreten firmalar için tehditkar bir yol. Bunun ne kadar tehlikeli olabileceğini biliyor musunuz?”
-“Dönüşmek zorunda kaldığım değil, yaşamayı seçtiğim insan olmak istiyorum.”
–“Evet… Anlıyorum… Türümüzün yeni rüyası doğal bacaklarını aldırıp saatte 60 km hızla koşabileceği, onları 4 metre yukarı sıçratabilecek bacaklar, güçlü kollar, hiç yaşlanmayacak, ölmeyecek organlar, gözler… İmkan ve ihtiraslar. Bir sektör! Artık yaşadıklarınız engellilik değil. Onlar buna gelişim diyor. Modernite diyor. Sizin, engelinize rağmen doğal olmayı, sınırlı organ ve uzuvlar arzulamanızı gelişime kapalı olarak algılayabiliyorlar. İflah olmaz romantikler diyorlar, aynen benim fikir ve çalışmalarım gibi.”
-“Gerçekten hissedemeyecek soğuk eklentiler istemiyorum.”
– “Doğallık artık insanoğlunu korkutuyor ve bunu yapmakta istekliyseniz, bizden de korkacaklar. Hazır mısınız?”
-“Bu benimle alakalı. Kimseye bir şey açıklamak zorunda değilim, özellikle engelim konusunda.”
-“Varoluş şeklimizden vazgeçip mekanikleştiğimizde insanlıktan kopacağız. Aynaya baktığımızda mimik görmeyeceğiz. Her sabah yağ sürüp parlattığımız metaller olacağız ve kırılganlığımızı kaybetmeye başlamamız acıma duygularımızı yok edecek. Daha cüretkar, daha acımasız şeylere dönüştürecek bizi. Sizce Pandora ve bir kutu var mı?”
-“Efendim?”
-“Elindeki kutuda umut olduğuna inanılan kız. Düşünün, modern dediğimiz şu çağda türümüz metal bir kutuya dönüşüyor ama bu ihtiras içimizdeki tüm umudu, doğallığı yok ediyor. Akademik dedikodulara göre 116 milyonluk ülkemizde doğal engellilik 17 milyon, bu duruma oranla 29 milyona yakın farklı ölçeklerde yapılandırılmış modifikasyonlu insan var.”
-“Beni ikna etmeye ihtiyacınız yok Dr. Monroe. Bana ne yapmam gerektiğini söyleyin artık.”
-“Bir anlaşmamız olacak, siz kendiniz olarak kalacaksınız, ben de size kendiniz olarak kalmanız için yardımcı edeceğim.”
Monroe arkasındaki dolapta üstteki rafa doğru uzandı. Elinde tuttuğu kutu ile yanıma geldi… Kapağını araladı.
*****
Bu gün özel bir gün.
Kayıplarımızı paylaşmak için kararlı olduğumuz o gün bu gün. Dik yamacın sonunda tüm heybeti ile duran deniz feneri, uğultulu ve hırçın bir düzlük. Arabalarıdan çıkan insanlar. Beni bekliyorlar.
Denizden gelen dalga seslerine kulak kabartıyorum. Aşağıda bir yerlerde, fyordun keskin suretine çarpan dalgalar gürüldüyor. Birkaç albatros var havada. Rüzgar onların doğallıklarına ve çığlıklarına eşlik ederek buram buram bahar kokuyor. Bana bakıyorlar, ben de onlara. Bagajı açıyorum. Elimdeki kutuya bakarak onlara doğru ilerliyorum. Gülümsüyoruz.
Dr. Monroe’nin şüpheli ölümü üzerinden birkaç ay geçti. Kliniğini yerle bir eden patlamaya kaza diyorlar. Onu kimlerin öldürdüğünü biliyorum. Ve neden yaptıklarını. Hazırlıklıydık. Bu yüzden rejenerasyon formülünü bir kutuda değil, bir bedende sakladık. Kutuyu açtık. İlk denekle birlikte. Beni bulurlarsa. Önemli değil. Kendim olarak kaldığım sürece onların yapaylığı için tehlikeyim.
Bu gün vücudumda taşıdığım mirası onlara aktardığım gün. Taşıdığım umut için panjur-panellerimi açıyorum. Bir başlangıç. Sendeliyorum. Bacaklarımdaki hayalet ağrılar yerini gerçeklerine bırakıyor. Bacaklarım uzuyor, yeniden filizleniyor. Dr. Monroe’nun iki yıl önce bugün yaptığı iğnenin bana verdiği doğallığın kutlu acıları içinde yeşeriyorum.
Aralarına, tekerlekli sandalyede oturan küçük bir kıza doğru ilerliyorum. Gözlerine bakıp soruyorum.
-“Bu çok ve uzun süre acıtacak. Hazır olduğuna emin misin?”
Gözlerinin içinde bir şey var. İnsanca, sıcak, güçlü, taze bir pınar, umut… Gülümseyerek kafasını sallıyor, annesi boynuna sarılırken iki damla göz yaşı yüzünden hızla aşağıya düşüyor. Kutulardan birini ona veriyor, diğerlerine ait olan kutuların arabanın bagajında olduğunu söylüyorum. Kız kutuyu açıyor. Şırınganın yanındaki küçük notu eline alıyor. Çağımın yeniden yapılandırılmasının ilk cümleleri.
“Ruh bir şeker kavanozunun içindeki doğallıkta kendini saklıyor. Oysa bir kutunun içinde büyüdüğünü zanneden her çiçek çürüyecek.”
Güneş batıyor… Daha iyi biliyorum, yarının doğması için bu günün batması lazım. Yarını bekliyorum. Bekliyoruz… Kavanoz düşüyor, bu sefer son anda annem onu yakalıyor…
Her acı bizi daha da güçlü kılıyor. Kaçmıyoruz, gülümsüyoruz…
http://fabilog.com/kutu-murat-dural/