Dudaklarımı şenlendiren arsız melodiye eşlik ederken bir yandan da elimdeki poşeti şiddetli olmamasına özen göstererek ileri geri sallıyordum. Her arka sokakta olduğu gibi burada da küçük çocuklar futbol oyunundan vazgeçmiyor, küçük kızlar ise apartman merdivenlerine serdikleri ince bez parçaları üzerinde barbie bebekleriyle evcilik oynuyorlardı. Görmeye alışık olduğum bu perde her zamanki muazzamlığı ile kendini tekrarlıyordu. Bıkmam gerekiyormuş gibi dursa da her gün bunlara tanık olmaktan bir türlü bıkmıyordum. Aksine bu sıcacık kahkahaları ve masum heyecanların sesini duymak beni mutlu ediyor, kalbime huzur veriyordu. Yaşadığım bu mahalleyi, insanlarını seviyordum. Her şeyden biraz barındırıyordu içinde; iyilik, arkadaşlık, kötülük, kavgalar, kıskançlık, sevgi, dostluk, güzellik, çirkinlik, nefret… Ama en çok da aşk…
Eğer birine bağlıysanız onun yaşadığı yere de gönülden bağlısınız demektir. Bu mahalleyi de benim için bu kadar güzel kılan şey, diğer her şeyi güzel kılan olduğu gibi, kalbimin sahibiydi. Nasıl olup da düşüncelerimin her defasında ona vardığını ben de bilmiyordum ama yine onu düşündüğümü, çocukların oynadığı top ayağıma çarptığında fark ettim. Siyah beyaz altıgen bez şekillerle kaplı bu yuvarlak hava baloncuğunun mucizeleri bitmekle bilmiyordu. Belki de binlerce yıllık tarih serüveninde bu oyunun bu kadar sevilmesinin nedeni buydu. Topu almak için hevesle yanıma koşan Doruk’a gülümsedikten sonra topu küçük bir ayak hareketiyle havalandırıp dizimde sektirmeye başladım. Birkaç kez sektirdikten sonra topu yine yükseltip omuzuma oradan da başımın üzerine attım. İki kez de başımın üzerinde sektirdikten sonra geriye bıraktım ve öne eğilirken aynı açıyla arkaya uzattığım ayağımla topa dokunup kalede duran Mert’e gönderdim. Doruk her ne kadar topu başkasına göndermiş olmama bozulmuş gibi görünse de yaptığım bu küçük gösteri ondaki hayranlığımın üzerine bir kat daha duvar örmüş gibi görünüyordu. Çocukların kalbini çalmak ne kadar da kolaydı! Keşke ben de Aslı’mın kalbini böyle küçük olduğumuz zamanlarda çalmayı deneseydim. Belki o zaman şansım daha çok olurdu.
Yine onunla aramızdaki uçurumları düşünüp arabeskin sınırına gelmişken eşofmanımın cebinde titreyen telefonum beni bu saçma sapan düşünceden kurtardı. Top oynayan çocukların arasından sıyrılırken elimi cebime atıp telefonumu çıkardım. Ekrana baktığımda ise ne düşüneceğimi, ne düşünmem gerektiğini bilemez haldeydim. Mesajda sadece “Yakamoz” yazıyordu. Kimin gönderdiğine bakmama gerek yoktu çünkü bunu sadece o ve ben biliyorduk. Ve yine, sadece ikimizin bildiği nedenden ötürü elim ayağım titremeye başlamıştı. Düşünceler beynimin içinde yarış atı gibi koşuyorlardı. Her birine yetişmek imkansızdı ve ben hangisine inanmam gerektiğini bilmiyordum. Ama kalp ya işte, yine felaketlerle dolu sis bulutlarını çağırıyordu gökyüzüne.
Kendime sakin olmam konusunda telkinlerde bulunurken sahile doğru bir koşu tutturdum. Ayaklarım, sevdiğime koşarken olması gerektiği gibi hızlı değildi. Bir adım ileri atsam iki adım geriye gidiyordum sanki. Korku, endişe ve hüzne boğulan kalbim bir de oksijensizlikle savaşıyordu şimdi. Sahil yoluna indiğimde yoldan geçen arabalara işaretler yaparak durmadan karşıya geçtim ve ezbere bildiğim adımları tekrarladım.
Tek bir kelimenin anlatmaya yettiği ama benim için anlamını anlatmaya kelimelerin yetmeyeceği yere geldiğimde sevdiğimi bankta oturur, denizi izlerken buldum. Onca korkudan, endişeden, kurduğum binlerce felaket senaryosundan sonra onu tek parça görmek kalbimi kurak topraklardan serin sulara atmıştı. Ancak bu rahatlık çok uzun sürmedi. Şimdi korktuğum şey, tek parça görünürken kalbinin bin parça olmasıydı. Endişemi gizleyemeden birkaç adımda yanına vardım ve bankın diğer ucuna oturdum.
“Aslı… İyi misin?”
“İyiyim.”
Tuttuğumu fark etmediğim nefesi gürültülü bir şekilde bıraktım aramıza. Birkaç saniye onun yüzüne bakıp ezbere bildiğim çizgilerini bir kez daha kazıdım aklıma. O ise yüzüme, gözlerime bakmıyordu. Denizin sonsuz maviliğinden ayırmıyordu bakışlarını. Denizi kıskandığımı hissettim. Sevdiğimin bakışları sonsuza kadar bende takılı kalsın istiyordum. Belki çok bencilce konuşuyordum ama söz konusu Aslı olunca sencil olamıyordum işte.
“Kötü bir şey oldu sandım. Beni korkuttun.” dedim sitem edercesine.
Dudakları yukarı doğru kıvrıldı.
“Çok kötü bir şey oldu.” gülümsemesine rağmen sesi buruktu. Bekledim. Ben sormadan söyleyeceğini biliyordum.
“Seni özledim.”
Şimdi onu alsam… Göğsüme bastırsam… Ömrüm boyunca orada saklasam…
Ben de onu özledim. Hem de çok… Görmeyeli 16 saat 34 dakika 47 saniye oldu. Ama ben onu yanımdayken bile özlüyordum. Ki görmeyeli bu kadar zaman olmuş.
“Daha dün görüştük.” dedim kalbimden geçenleri yalanlarcasına…
Bana baktı, gülümsemesi silindi. Ağzına açtı ama her ne söyleyecekse vazgeçti ve dudaklarını sıkı sıkı birbirine bastırdı. O incecik iki çizgiyi kendi dudaklarımla aralasam ve kalbine ağır gelen sözcüklerin hepsini alıp acıma katık etsem ne güzel olurdu.
Bakışlarımı yakalamasın diye onu taklit edip ben de denize diktim bakışlarımı.
“Mehmet?”
“Hı?”
Adımın onun sesinden ne kadar güzel olduğunu bilse…
“Hani bazı zamanlar olur ya… Canın bir şeyler yemek ister ama sen tatlı mı, ekşi mi, tuzlu mu, acı mı yemek istediğini bilemezsin. İşte şimdi benim canım bir şeyler yemek istiyor ama ben ne yemek istediğimi bilmiyorum.”
Aslı’m!!! Sana ne zaman bu kadar aşık oldum ben? Gülümsedim. Zamanın, mekanın önemi yoktu. Tek bildiğim Aslı’dan evvelini hatırlamadığım ve şayet ondan sonrası olacaksa da hatırlamak istemediğim.
Elimdeki varlığını unuttuğum poşet geldi aniden aklıma. Kucağıma yerleştirdim ve poşetin ağzını açtım.
“Hatırım için yiyebilirsen kemiksiz tavuk göğsü var, çiğ, çaya çorbaya her şeye limon ve bilgi sentezlemek için de aylık teknoloji dergisi.”
Küçük bir kahkaha attı. Asla onun gülüşleri gibi bir gülüş değildi bu. Bir şeyler vardı ve ben bilmiyordum. Bundan da önemlisi Aslı bana söylemek istemiyordu. Kalbimin kırgınlığını gizledim. Aslı er ya da geç bana söylerdi.
“Limonu ver madem.”
İkiletmeden uzattım istediğini. Limonun sert kabuğuna tırnağını geçirip mandalina soyar gibi soydu. Küçük meyve kabuksuz kaldığında yine mandalinanın dilimlerini ayırır gibi limonu ortadan ikiye ayırdı. Bir elindekini bana uzattı. Yüzümü buruşturdum.
“Saçmalama…”
İtirazıma hiç aldırmadı. Elini biraz daha uzatıp sert bakışlarla baktı bana. Bana öyle bakmasındansa ölmeyi tercih ederdim. Limonu aldım. Bir dilimi ayırıp ağzına attı. Gözlerini kapadı ve yemeye başladı. Aynı anda gözlerini daha sıkı yumdu ve yüzünü ekşitti. Dudaklarını büzdüğünde ne kadar öpülesi ve sevilesi göründüğünü bilse…
Bir dilimi daha ayırıp ağzına attığında bir yandan gülüyor bir yandan limonu yiyor ve bir yandan da ağlıyordu. Gözlerinden yaş akıyordu. Dayanamadım ve elindeki limonu alıp kendi elimdekiyle birlikte ağzıma attım. O daha ne olduğunu anlayamadan ben ağzımdakileri çiğnemeye başlamıştım. Çok sonra elindekilerin eksikliğinin farkına varıp bana baktığımda yüzümü ekşitirken bir yandan ona bakmaya çalışıyordum. Yumruğunu omuzuma geçirdi.
“Hırsız! Ben limon yemek istiyordum!”
Ekşinin etkisiyle zar zor konuşabildim. Tabii konuşmak denirse. İlkokul çocukları gibi heceliyordum resmen.
“A-ma… Sen… Ağlı-yordun.”
Zar zor açtığım gözlerimle baktığımda bana öyle bir bakıyordu ki neredeyse ağlayacaktım. Hayal ettiğimi düşündüm. Gözlerindeki sevgi ve aşk… Yüzü normale döndüğünde bankın üzerinde kayıp yanıma yaklaştı. Avuçlarını yanaklarıma yasladı. Bu kadar yakınlık kalbim için fazlaydı.
“Limon yemek istiyorum.” dedi.
Ardından dudaklarını dudaklarımda hissettim. Yıllarca biriken sevgim limon tadında aktı ona. Bu dakikadan sonra hiçbir şeyi gizleyemezdim ondan. Yavaşça, tadını çıkararak öptüm onu. Belki bu ona ilk ve son dokunuşum olacaktı. Hafızama iyice kazıdım her anını. Nefeslerimiz tükendiğinde aramızda sadece tek nefeslik mesafe kalacak kadar uzaklaştı benden. Soluğunu yüzümde, kalbimde, her zerremde hissediyordum.
“Hayatımda hiç bu kadar tatlı bir limon yememiştim.”
Gözlerindeki aşkı görmemek için kör olmak gerekiyordu. Belki de kördüm. Ya da yıllarca görmeyi reddettim. Bilmiyordum. Sadece bundan sonra tek görmek istediğim o gözlerdeki aşktı. Bedenini kendime çektim ve göğsüme yasladım, alnına bir öpücük kondurdum. Bundan sonra onu ömrüm boyunca kollarım arasında saklayacaktım.
“Hayatımda limonu hiç bu kadar çok sevmemiştim.” dedim.
Kollarını bana doladı. Aslı; ilk aşkım, çocukluk aşkımdı ve şimdi de son aşkım olacaktı.