İnsanlar, ne yapacaklarını şaşırmış durumdaydılar.
Ülkenin, en modern ve kalabalık şehirlerinden bir tanesinin tam göbeğinde, sıradan bir gecenin, anormal sabahına uyanmışlardı.
Kimi penceresinden, kimi kapısından, kimisi de, yattığı çöplük kenarından kafasını kaldırmasıyla karşılaştı devasa çarmıh ve bedeni çarmıha gerili İsa Peygamber’le.
Herkes şaşkın bir haldeydi ama aynı zamanda, bu gördüklerinin de tamamen gerçek olduğundan eminlerdi.
Bu, artık her şeyin sonunu geldiğinin bir işareti miydi bilmiyorlardı ama ‘Marangozların Şahı’ Büyük İsa, karşılarındaydı işte…
Güneş doğrudan Marangoz’un suratını aydınlatıyor, adeta, O’nu herkesin görebilmesi için özel bir çaba sarf ediyordu. İsa’nın sakallı, uzun saçlı ama temiz yüzünde ne acı ifadesi vardı, ne de kızgınlık. Salt merhamet ve ‘tuhaf bir şekilde’ şaşkınlık…
Marangoz’un elleri ve ayakları, hala çarmıha çivilenmiş bir haldeydi ve başında da hala dikenli tacı vardı. Ve zaten yeterince tuhaf ve inanılmaz olan durum, daha da garip bir hal almaya başladı.
Şimdi ellerindeki, ayaklarındaki yaralardan ve dikenli taç sayesinde başından kanlar sızmaya başlamıştı Büyük Marangoz’un.
Marangoz, başını hareket ettirmeye başladı. Etrafa bakıyor, insanları süzüyordu. Gözlerinden, insanların da kolayca fark edilebilecek kadar iri gözyaşı damlaları süzüldü.
Yüce Marangoz’un bir şeyler mırıldandığını gören insanlar, ne dediğini iyice anlayabilmek için, O’na birkaç adım daha yaklaştılar.
Marangoz, başını kaldırıp, gözlerini göklere dikti.
‘Tanrım, Tanrım! Onları neden bıraktın?’
Güneş doğrudan, hem de tüm parlaklığını, sanki O’nun üzerine çevirmişti şimdi. Kısa bir süre sonra, insanlar da artık O’na bakamaz olup, elleriyle yüzlerini kapamak zorunda kaldılar.
**
Gitmişti.
Güneş, tekrardan tüm ışıklarını dağıtırken, onlar da yüzlerini tekrardan açmış, ama O’nu görememişlerdi. Sanki hiç gelmemiş de, tüm insanlar aynı anda hayal görmüş gibiydi…
İnsanlar bunu anlayabilecek miydi? Başlarına neden böyle bir şey gelmişti?
İnsan kendini bıraktıktan sonra, (Mesih de olsa) neden bir başkası onu tutsundu ki? Acaba ‘Âdem’ bile gelse, bağrına basar mıydı ‘oğlunu?’