Ellerim soğuk, gözlerim donuk, gülüşlerim ender.
Bir rivayete göre Dünya’ya ateşi sinek kuşları getirmişmiş. Bilmem ondan mıdır içimden renklerini de alıp hızlıca göç ettiklerinden beri yüreğimin telleri git gide kökünden ayrılmaya yeltenmiş ve sanki sökülmüş gibi bir hal almış ve yavaş yavaş fakat kalıcı bir şekilde soğumuş, derken buz tutmuştu. Büyüdü büyüdü bu soğuk, buz kapladı iyice.
…
Buz. Her yer. Ölüme varan uykuya gömülür gibiydim.
Buz. Her yer. Uykudan kendimi çekip kurtarabilecek gibi değildim.
Son bir kuvvet kıpırdandım, sızışlarımdan ayılışlarımda denedim. Kaldırmak için kendimi, direndim.
…
Buz. Her yer değil fakat içim. Meğer yalnızca içimmiş.
Kahvenin girdap gibi çevriminden kaçarken ben soğuk kalmış içim.
Bir zaman başımı döndürecek kadar içerken,ısıtırken içimi; çatlayana dek dudaklarım, orucunu tutmuşum sanki. Kahve yoksa başkası da yok deyip grev tutturmuşum dudaklarıma. İçim uyumuş önce. Uyuyanın üzerine kar yağar derler, üşümüş sonra. Çok üşümüş. Sonra donmuş meğer. Buz tutmuş. Ben sanmışım ki buz her yer; buz tutmuş her yer. Öyle sanmışım.
Meğer içim uykuya sığınmış benim, sonra üşümüş, derken…
İçim, sessizliğim,sesim.
…
Buz tutmuş içim. Sökülüp gitmesin yüreğim diye mi bilemiyorum. Yüreğin tellenir de damarların ayrılır mı hiç kalbinden. Yüreğinin telleri bir bir kopayazar mı? Ondan mı buz tutup süreci dondurdu bedenim.
Sinek kuşları neredeler. Her yer buz tutmuş sanıyordum. Sinek kuşları neredeler. 80 günde devrialem, başladığı noktaya getirmez miydi onları? Saniyede 80 esinti bunca soğutur mu insanın yüreğini. Kelebek etkisi dedikleri..
Buz sanki içim. “Yürek silinip giden bir şey midir?”
…
Buzları bir bir kırdım. Bir bir işledim kıra kıra buzları. Bir çekirdek çıktı meydana sert, kırılmaz. Ama beni korkutan kırılamayan bu çekirdek değil. İçinde bir şey bulundurmaması ihtimali bu çekirdeğin. Hani bedeni açar yarar da kalbe ulaşırsın. Sanki açık ameliyatta kalbe rastlayamamış gibi, bu sert buz yığınından başkasına ulaşamıyorum.
Sinek kuşları renksiz dünyamı renklendirirdi benim. 7 renk dağıtırlardı kanatlarından. Ben onları yitiriverdim. Ve geriye kalan grimsi rengi renkten saymadım, geçiştirdim. Oysa şimdi rengim bile yok. Buzun yansıtabileceği bir rengim kalmadı ve sıcaklığım.
Ellerin, gözlerin, gülüşlerin yeri kalmadığı durumda; hiçbirinin bir önemi de kalmıyor. Özlemek için bir anı bile kalmayana dek siliniyor yüzler, gözler, gülüşler. Hissiyle anamadıktan sonra bir dikdörtgene hapsolmuş görüntü silsilelerinde başkası değil anılar.
“Unutuyorum ben” demiştim. Yalan değildi.
Ben git gide, kendimi bile.
İşlemek için kırdığım buzun içersinde bir şeye ulaşırım sanıyordum. Hem bu buz kırılmayacaksa bile eriyecek, ama erimedikçe de kırılmayacak. Fakat ne kırmanın ne erimesinin beni ulaştıracağı bir şey yok. Beni korkutan işte budur. Buzdan bir çekirdek, demir bir leblebi gibi. İçinde özünden başka bir şey yok ve ortadaki çekirdek demir kadar sert bir buz.
Sinek kuşları ateşi yeniden getirsin dilerdim, fakat korkuyorum eriyip gidince buz; geriye bir şey kalmazsa diye. Ki onlar saniyede 80 devir yol aldılar dünyamda. Her kanat çırptıklarında ben esintileriyle serinlik hissine kapıldım. Ateşin bunaltısındansa esintileri yeğdi.
Bilemezdim ateşin başında her şeye rağmen şarkılar söylemenin 80 esintiye bedel olabileceğini. Şimdi donmuş, histen yoksun birkaç ses, birkaç görüntü silsilesi eşliğinde şarkı söylemekten bile geri kalarak, şarkı söylemenin neşesinden dahi mahrum olarak ben buz bağladım.
Sandım ki buz, her yer. Meğer içimde damarlanan, sökülmeye yüz tutmuş telleri ayrılmakta bir yürekmiş buz tutan.
…