Rıza bey vergi dairesine hızlıca girdi. Aslında hızlıca girmesi için hiçbir sebep yoktu. Ama sert ve ani hareketler yapmanın kendisini çok daha havalı gösterdiğine inanıyordu. İçinde yarısı boş, gereğini arz eden, sayın insanlara yazılmış kağıtların olduğu bir çanta vardı elinde. Elbet kağıtlarda talepler olduğu gibi itirazlar da vardı. Ama bu itirazlar saygılıydı, mesela sokakta kırmızı ışıkta üzerinize arabasını süren kişinin annesini dahil ettiğiniz bir itiraz gibi değildi.
“Sayın falan bey, 6874 sayılı kanunun 3. Maddesinde de belirtildiği gibi mükellefimin vergi borcu son afla beraber faizlerden muaf hale gelmiştir, söz konusu faizli borç tutarının tekrar gözden geçirilmesini talep ediyorum. İyi çalışmalar, validenize selamlar.”
Rıza bey serbest muhasebeci mali müşavirdi. Küçüklüğünden beri hep serbest muhasebeci mali müşavir olmak istemişti. Arkadaşları sokakta top oynadıklarında kendilerini Tanju, Rıdvan diye isimlendirip gaza getirirken o evinde oturup dört işlemin ne kadar büyülü bir aktivite kombinasyonu olduğunu düşünüyordu. En azından ilk staj görüşmesine gittiği yerde bunun böyle olduğunu iddaa etmişti. Bu anısı zaman zaman aklina gelirdi. O anda insan kaynakları departmanından Ufuk Bey gülümsemiş ve iki dudağı arasında açılan boşluğu yağlı bir karaköy poğaçasıyla doldurmuştu. Boşlukların doldurulması o zamanlar da doğanın en sevdiği şeydi ve otobüs muavinleri o zamanlar da doğanın bu konudaki ulaklarıydı. Ufuk Bey evli ve iki çocuk babasıydı. Daha o sabah karısıyla tartışmış ve en sonunda kayınvalidesinin kendileriyle tatile çıkmasını kabul etmek zorunda kalmıştı. Evinin tam anlamıyla direği olmasa da insan kaynaklarının direği olduğunu iddaa edebilirdi. Çayından bir yudum alarak ağzında çevirdiği lokmayı sıcak suyla midesine yuvarladı. Karşısında temiz kalpli, masum, çalışkan gözükmeye çalışan ama daha çok tedirgin gözükmeyi başaran bu genci ne kadar daha diken üstünde tutabilirdi merak ediyordu.
Şu anda futbolla arasının nasıl olduğunu sordu, sonuçta koca erkekti futbol sevilmez miydi? İyi cevabını alınca da hangi takımlısın diye soruyu yapıştırmıştı. Galatasaray derse ve Ufuk Bey Fenerli çıkarsa, ya da tam tersi olursa ne yapardı? Beşiktaş’ıysa sadece Beşiktaşlılar severdi zaten. Rıza’nın içinden milli takım demek geçti ama bunu söyleyenlerin toplum nezdinde futboldan anlamayan diplomatik yılışıklar olarak görüldüğünü biliyordu. Ağzından bir an Orduspor çıktı. Hem zaten annesi Orduluydu, neden olmasındı? O an şehrinin takımına sahip çıkan, takımını sevinmek için sevmeyen, haftasonlarını deplasmanlara feda eden cefakar bir taraftar olarak algılanmak istedi. Ufuk Bey’in ağzından çıkansa hıh sesiyle poğaça tesirli bir gülümsemeydi. Ufuk bey devasa ekonomik sistemin küçük ama zaruri bir parçası olan bu şirketin ona verdiği yetkiye dayanarak kendisini Tanrı ilan ettiği bir iş görüşmesinin daha sonuna geliyordu. Ona kalsaydı günler geceler boyu bu kıvranmayı izleyebilirdi. O an oranın Zeus’uydu, sadece elinde şimşek yerine bir kupa çay ve poğaça vardı. Ama ne yapabilirdi, mülakat süresi otuz dakikayla sınırlıydı. Teşekkürler Rıza Bey, biz sizi arayacağız diyerek ayağa kalktı ve el sıkıştılar. İki iş günü sonra ise komik bir öğretmen esprisi kadar mucizevi şekilde Rıza’yı aramışlardı.