Milattan Önce Teknoloji Çok Daha İlerideydi !
Birkaç aydır yazacağımı belirttiğim “tarihin derinliklerinde bizden çok daha ileri medeniyetler yaşamıştır” tezini kanıtlamak için sürdürdüğüm araştırmaların sonuna geldim ve soluğu kağıdın kalemin başında aldım. Hali hazırda birçok çözümlenemeyen olayın yanı sıra bazı arka planda kalmış olaylarında bu düşünceyi desteklediğini fark ettim. Örnek verecek olursak Mısır Piramitleri herkesin bildiği ve hala gizemini koruyan bir tarihi bilinmezliktir; ama Çin sınırları içerisinde bulunan Türk Piramitleri konusunda fikri olan insan sayısı azınlıktadır. Tüm bu piramitlerin milattan önce yapıldığı bilimin önümüze serdiği bir gerçektir. Bu yoldan gidilerek de “ilkel” insanların bizden daha ileri teknolojiye sahip olduğu kanısına varabiliriz; ama bir düşünceyi açıklamak, bir tezi kanıtlamak istiyorsak bundan çok daha fazlasına ihtiyacımız olacaktır. Bende böyle düşünerek bu karanlık tarihin kıyıda köşede kalmış birkaç aydınlık noktalarını araştırdım, eşeledim, bulduklarım beni hem şaşırttı hem de doğru yolda gittiğimi gösterim sevindirdi. Kutsal kitabımız Kuran’ı Kerim’in de bu konuya değindiğini ilerleyen paragraflarda göreceksiniz. Yalanlarla dolu bir tarihimiz olduğunu kalemi elime her aldığım her fırsatta söylüyorum. Milattan sonramız, yani yazıyı bulduğumuz, belgeler kullandığımız, kitaplar yazdığımız yakın tarihimiz bu kadar kolpa bilgiler içeriyorsa, hakkında çok az şey bildiğimiz milattan önceki tarihimize neden körü körüne inanıyoruz ? Veya neden o tarihin değiştirildiğini düşünmüyoruz ? Soruyu biraz daha genele yayalım, o yıllarda olup bitenlerin bize gerçekten anlatıldığına inanıyor musunuz ? Ben inanmıyorum. Ama ben inanmıyorum deyip kenara çekilmiyorum size devasa büyüklükteki Mısır Piramitleri’ni gösteriyorum, varlığından haberdar dahi olmadığınız Çin’deki Türk Piramitleri’ni gösteriyorum, Şanlıurfa’daki Göbeklitepe’yi gösteriyorum, İngiltere’deki Stonehenge’yi gösteriyorum, Şili’deki Paskalya Adası’nı gösteriyorum! Durun durun daha bitmedi. Bu saydığım yerlerin özelliklerini aşağıda tek tek anlatacağım, o zaman belki gözlerine perde çekmiş olan insanlarımızın perdelerini indirebileceğiz. Çevremizdeki gariplikleri yok sayarak yaşamamız istenseydi, insanoğlu yaratılırken vücuduna ekstra olarak beyin organı eklenmezdi. Ortada bu kadar bilinmezlik varken atılan her yalanı havada kapmak bana pek sıcak bir davranışmış gibi gelmiyor. Veya başka bir deyişle kestirip atmak da bana sıcak gelmiyor. Sonuçta elimizde doğaüstü güçleri olduğu inanılan “uzaylılar” var. Gizemini çözemediğimiz her şeyi uzaylılar yaptı diyoruz ve kenara çekiliyoruz. Belki gerçekten uzaylılar yapmıştır, olayın gizemi budur ama fikri ortaya atıp ardından bu fikri destekleyen birkaç cümle yazmazsanız o düşüncenin ne topluma bir faydası olur ne de tarihe. Bende bu yanılgıya düşmek istemiyorum ve giriş kısmına noktayı koyup, tarihin uçsuz bucaksız noktalarına yapacağımız yolculuğu başlatıyorum.
İşin heyecanlı kısımlarını sona saklamak istediğimden öncelikle revaçta olan konulardan biriyle başlamak istiyorum : Mısır Piramitleri. Yıllardır bilim adamlarının uğraş konusu olmuş, üstüne kitaplar yapılmış, belgeseller çekilmiş, dünyanın yedi harikasından biri olan bir başyapıttan bahsediyoruz. Günümüzdeki teknoloji ile bile bu piramitlerin aynısı yapamadığımızı düşünürsek o yıllardaki esrarengiz gücün ne denli yüksek olduğu konusunda bir fikre sahip olabiliriz. Birazcık bu devasa eserin özelliklerinden bahsedelim :
“Piramitin içerisine konulan kirli su birkaç gün içinde temiz suya dönüşüyor,
Piramit dünya ağırlık merkezinin tam ortasında bulunmaktadır,
Günde 10 blok yapılacaksa bile yapımı 664 yıl sürmektedir ama gerçeği sadece 20 yılda yapılmıştır,
Piramitin İçerisine bırakılan süt bir süre sonra taze yoğurda dönüşüyor,
Piramitlerin içerisinde ultra sound, radar, sonar gibi cihazlar çalışmamaktadır,
Bitkiler piramitlerin içerisinde daha hızlı büyürler….”
İnanması güç onlarca özelliğe sahip olan piramitlerin, yalnızca birkaç özelliğini örnek niteliğinde paylaşmayı tercih ettim nitekim konumuz çok daha farklı başlıkları kapsıyor. Hızı düşürmeden devam edelim, üstünden binlerce yıl geçti ama hala bu piramitler nasıl yapıldı kesin bir sonuca varılamadı. Bir kesim uzaylıların bu konuda parmağı olduğunu düşünüyor, başka bir kesim olaya tamamen ilahi yönden bakıyor, bir kesim de benim düşünceme yakın olup bunların birer insanlık ürünü olduğunu savunuyor. Benim görüşüme yakın dedim çünkü benim tezime göre de piramitler ileri düzeyde teknolojiye sahip bir insanlığın ürünü. Bu insanlığın kimler olduğu hakkında da bir tahminim var, her taş teker teker yerine oturacak merak etmeyin. Ama şimdilik biraz sabır edip, diğer örnekleri inceleme vakti. Hazır piramit konusuna girmişken Çin’deki Türk Piramitler’ini de anlatıp bu konuyu kapatmak istiyorum.
Aslında bu konu hakkında bambaşka bir yazı yazacaktım gerçi hala bunu düşünüyorum ancak yinede burada bazı belli başlı bilgileri vermek istiyorum. Belirttiğim gibi ne yazık ki birçok insanımızın bu piramitlerden haberi yok fakat bu piramitler ortaya çıktığı andan itibaren Türkiye tarihi ve kısmen Dünya tarihi baştan yazılacak. Çin Hükümeti bu piramitlerin araştırılması yasaklamıştır ve etrafında ağaçlandırma çalışması yaparak piramitleri gizlemeye çalışmaktadır. Bu piramitler Mısır’daki piramitlerden daha büyüktür ve bu piramitin içerisinde bir mumya onun üstünde de kurt ve ayyıldız sembolleri bulunmaktadır. Bunun haricinde içeride 3 metre yüksekliğinde bir Oğuz Kağan silüeti yer almaktadır. Beyaz Piramitler olarak geçen bu yapıtlar da, eski dönemlerde ileri teknolojinin var olabilme ihtimalini perçinliyor.
Şimdi ise biraz daha karanlık taraflara fener tutma vakti geldi diye düşünüyorum ve rotamızı Amerika kıtasına doğru çeviriyorum. Şili’de Paskalya Adası sınırları içerisinde yer alan Moai Heykelleri vardır. Gizemi hala çözülemeyen ve devasa büyüklükteki bu heykellerin nasıl ve neden yapıldığı bilinmemektedir. Bu şekilde karşımıza çıkan esrarengiz yapıtlar, bunları yapan insanlar hakkında fikir sahibi olmamızı kolaylaştırıyor diye düşünüyorum. Çünkü eski çağlardaki insanların bize lanse edilen yaşayış şekilleri ile bu tarz yapılar inşa edebilmek imkansızlık boyutuna ulaşıyor. Benim buradan çıkardığım ise, her zaman olduğu gibi hiçbir şey bize anlatıldığı gibi değil. O dönemlerde yaşayan insanlar ileri bir teknolojiye sahiptiler. Bastıra bastıra söylüyorum, bu insanlar ilkel değillerdi. Biz ilkel olabiliriz ama bu insanlar kesinlikle ilkel değillerdi. Okyanusun diğer tarafına geçip İngiltere’ye misafir olalım orada da göstermek istediğim yapının adı Stonehenge Taşları. Yine bilinmezlik, yine milattan öncesi ve yine gizemli bir yapı. Gördüğünüz gibi elimizde bir sürü örnek var. Şimdi en önemli ve son örneği vermenin sırası geldi. Sürekli örnek okumanın sıkıcı bir tarafı olduğunu biliyorum ancak bu son örnek ve dediğim en önemli örnek o yüzden şu satırlardan sonrasını ekstra dikkat ile okumanızı öneriyorum. Yurda dönüyoruz, adres Şanlıurfa.
Bundan tam 11.000 yıl önce inşa edilmiş ve bilinen en eski arkeolojik tapınma merkezlerinden biri olan Göbeklitepe’den bahsedeceğiz. Ama burası sıradan bir tepe değil, burası öyle bir tepe ki ilerleyen yıllarda Türkiye’yi dünya gündemine taşıyabilir. 20 metre çapında, uzunluğu insan boyundan uzun olan T şeklinde bir sürü sütun yapılan kazı çalışmaları sonucu ortaya çıkarılmıştır ve tarih olarak tam 11.000 yıl öncesi gösterilmiştir. Bu sütunların üzerinde hayvan motifleri bulunmaktadır ancak işin ilginç tarafı bu hayvanlardan birisi dinozordur. Dinozorlar 65 milyon yıl öncesinde yok olmuşlar ise bundan 11.000 yıl önce yaşayan insanlar nasıl dinozorlardan haberdar olup, resimlerini duvarlara çizecek kadar onları tanımışlardır ? Yoksa bilim konusunda ileriye gitmişler ve bizim yaptığımız gibi eski hayvanları inceleyebilecek kadar teknolojiye mi sahip olmuşlardır ? Burası da koca bir bilinmezliktir. Sürekli bilinmezliklerden bahsedip bu yazının sonunda aslında hepsinin bilinebilir olabileceğinden bahsedeceğim. O yüzden kafanız karışmasın, bu yazı bittiğinde bütün taşlar yerine oturacak ve açık bir kapı kalmayacak. Bu ufak hatırlatmadan sonra Göbeklitepe’ye geri dönebiliriz. Bilim adamları bu bölgenin ayin yapmak amacıyla kurulduğunu düşünüyorlar ama nasıl kurulduğu konusunda bir fikre sahip olamıyorlar. Kazı çalışmaları ile başından sonuna kadar ilgilenen ve geçtiğimiz aylarda vefat eden Alman Arkeolog Profesör Klaus Schmidt’in söyleyecekleri var. Eski insanlar hakkında bazı çıkarımları bulunan Alman Arkeoloğa sözü bırakıyorum :
“O dönemde yaşayan insanların tıpkı bugün olduğu gibi düşünme kapasiteleri olduğu görülmektedir. Hep düşündüğümüz gibi ilkel insanlar değillerdir. Ağaçtan inip uygarlık kurmaya çalışan maymun benzeri yaratıklar oldukları düşünülmemelidir. Zeka yönünden bakacak olursak bize benzedikleri görülmektedir.”
Profesörün bu sözleri de benim fikirlerimi güçlenmesini sağlandı. Şimdi bu profesörün yaptığı bir deneyden bahsetmek istiyorum sizlere, tıpkı Mısır Piramitleri gibi, Göbeklitepe’deki bu merkezin de yapımının imkansız olduğu sonucuna varılacak bir deney. Klaus bu deneyde o dönemin “bize anlatılan” şartlarına yer vermek istedi ve makine kullanmadan sadece insan gücü ile Göbeklitepe’yi yapmaya çalıştı. Ve işte o deney sırasında yaşananlar ve sonuçları :
“Taşı oymaya çalışan işçilerin 2 saat boyunca durmaksızın devam eden çalışmaları sonucunda, ortaya sadece belli belirsiz bir hat çıkmıştır. Taşı taşımaya çalışan ekibin 4 saatlik yoğun çalışması neticesinde ise, 12 adam ağır kaya bloğunu sadece 7 metre hareket ettirmeyi başarabilmişlerdir. Yapılan bu deney sonucunda tek bir taş çember alanı oluşturmak için yüzlerce işçinin aylarca çalışması gerektiği ortaya çıkmıştır. Bu basit deney bile açıkça ortaya koymaktadır ki, dönemin insanları bilim insanlarının ileri sürdüğü gibi ilkel koşullara değil, çok büyük ihtimalle son derece gelişmiş imkanlara sahiptiler.”
Göbeklitepe örneği de görüldüğü gibi düşüncemi açıkça destekliyor. Şu paragrafa kadar bir sürü örnek verdim, bunların nasıl yapıldığının hala çözülemediğinden bahsettim ve kendi fikrimce bunları önceden yaşamış olan insanların aslında bilim olarak çok ileride olduklarına yordum. Ancak olay burada kapanırsa bilinmezlikler devam edecek o yüzden cevaplamamız gereken bir soru daha var. O soru da kim bu insanlar ? Tamam, belli bir teknoloji var ve bunun sonucunda ortaya devasa eserler çıkmış fakat bu eserlerin sahipleri kimler ? Bu soruyu kendimi sorduğum anda aklıma daha önceleri yazdığım “Türklerin Anavatanı Mu Kıtası Mıdır ?” yazısı geldi. Yaklaşık 12.000 yıl önce batan Mu Kıtası’nda yaşayan insanların teknoloji olarak çok ileride olduklarını o yazıda belirtmiştim. Ve o yazı da belirttiğim çok önemli başka bir nokta daha vardı. Bu kıta batmadan önce bir grup insan dünyanın farklı bölgelerine göç etmişlerdi. Taşlar giderek yerine oturuyor işte, bu kıtadan göç eden yüksek teknoloji ve bilime sahip insanlar gittikleri yerlerde bu hünerlerini göstermişlerdir ve yukarıda saydığım eserleri meydana getirmişlerdir. Bunlar birer teori olarak gözükebilir, nitekim öyle de ancak bu kadar iç içe geçen konuları kapsayan bir teori daha önce görmedim ben. Ya da şöyle söyleyebilirim Mu Kıtası’nın olmadığını kanıtlanmadan ve yukarıda saydığım yapıların nasıl yapıldığı kesinleşmeden bu yazdıklarımı yanlış olarak değerlendirebilmek için elimizde bir şey bulunmuyor. Aksine doğru olabilmesi için elimde torba torba işaretler bulunuyor.
Şimdi ise ilk paragrafta bahsettiğim Kuran’ı Kerim’in bu olay ile ilişkisine geleceğim. Bu dini veriyi sizinle paylaştıktan sonra olayın felsefik boyutu ile ilgili birkaç bir şey söyleyip son olarak tüm bu anlatılanları toparladıktan sonra yazıyı bitireceğim. Bu paragraftaki konumuza tekrar dönelim, size bir ayetten bahsedeceğim, öncelikle ayetin tefsir edilmiş halini sizinle paylaşayım sonrasında ise yorumlayarak devam edelim.
Mü’min Suresi – 82.Ayet.
“Onlar yeryüzünde dolaşmadılar mı ki? Onlardan öncekilerin akıbetleri nasıl oldu baksınlar. Ve onların çoğu, kuvvet ve eserler bakımından yeryüzünde kendilerinden daha üstündüler.
Fakat kazanmış oldukları şeyler, onlara fayda vermedi.”
Ayette de görüldüğü gibi bizden öncekiler bizden daha üstündüler. Olayın dini açıdan da haklılık payı olduğunu bu şekilde görebiliriz. Şimdi olayın felsefik boyutuna geçiyorum ve bu ayeti okuyunca aklımda dönen bazı soruları sizinle paylaşmak istiyorum. “Fakat kazanmış oldukları şeyler, onlara fayda vermedi” derken günümüz insanlığına bir mesaj veriliyor gibi bir izlenime kapıldım. Biz de onların yolundan gidiyoruz, ve onlar her ne yaptılarsa bundan zarar gördüler ve muhtemelen yok oldular. Peki bu zarar gördükleri hata nedir ? Kazanmış oldukları şeyler neden onlara bir yarar sağlamadı ? Ya da biz de bu hataya düşecek miyiz ? Bu soruları çoğaltarak yeni bir yazı ile de karşınıza çıkacağım, zaten yeterince karmaşık bir yazı oldu daha fazla burada kafaları bulandırmak istemiyorum. Tarihin büyük gizemler içerdiğinden adımın Umut olduğu kadar eminim, o gizemin bu anlattıklarım olması da bana hayli mantıklı geliyor.
Toparlayacak olursak, tarihin eski çağlarında bizden çok daha gelişmiş medeniyetler olduğuna inanıyordum ve bu inancımı bilimle bağdaştırarak kanıtlamak istedim. Yaptığım araştırmalar sonucu ise fikirlerimin doğruluğunu destekler bir sürü bulgu ile karşılaştım ki bunların birçoğu arkeolojik kanıtlardı. Sonrasında dini bir ayetle karşılaştım ve olaya başka bir bakış açısı ile yaklaştım. Burada da sorun yoktu, ayet ve düşüncelerim tamı tamına uyuşuyordu. Bu insanların nereden geldiği sorusu başlı başına bir bilinmezlik gibi gözüküyordu ancak bana göre cevabı en basit olan soru buydu. Mu kıtasının varlığına yürekten inanan ve o kıtada ikamet etmiş olan insanların bilimi zirvede kullandıklarını bilen biri olarak bu insanların bu kıtadan geldiğini söylemek benim için zor olmadı. Hatta iki olayın birbirini tamamlaması ekstra olarak hoşuma gitti, kafamda oturmayan taşlar yerine oturmaya başladı. Mayalar, Sümerler, Mısırlılar, Uygular hepsi Mu kıtasındaki insanların göç etmesi ile oluşmuş uygarlıklardı, bunları ayrıntılı olarak bahsettiğim yazıda anlatmıştım. Ancak olayın sonu hala bilinmezlik içeriyor, insanlık bu kadar ilerlemişken ne oldu da tekrar başa döndük ? İşte bu soru sonucunda hala iki üç farklı cevap ortaya çıkabiliyor. Belki de anlattığım simulasyon teorisini bu insanlar kullandılar ve biz onların yarattığı dünyada simule varlıkları oynuyoruzdur. Uçuk bir teori gibi geliyor farkındayım ama şöyle düşünün, biz 50 yıl sonra simule bir dünya yaratabileceğiz. Bu insanlar neden yapmış olmasınlar ? Dediğim gibi bunlar sadece teori. Ya da başka bir düşünce olarak Agarta bir efsane değil, gerçek bir yeraltı uygarlığı olabilir. Mu kıtasından kalan fertlerin bir yeraltı şehri oluşturması da fena bir teori değil. Uçuk mu ? Fazlasıyla uçuk ama kesinlikle olamaz diyemeyiz. Neyse konuyu fazla dağıtmadan bitiriyorum, biz insanlık olarak daha önce çok daha ileri noktalara ulaşmıştık ancak bir yerde bir şeyleri yanlış yaptık. Şimdi ise bu yanlışı bulmamız ile sınanıyor olabiliriz. Teorileri yalanlayabilirsiniz ancak somut delilleri asla yok sayamazsınız. Zifiri karanlık olan bu tarih mağarasında mumları yaka yaka ortamı aydınlaştırabileceğimize inanıyorum. Bu konuyla ilgili bazı sorularımı yazacağım başka bir yazı ile yakın zamanda görüşmek üzere, bugünlük bu kadar şimdilik hoşçakalın.
UMUT KARADAŞ