Her zaman yazmak istiyorum… Kafamın içinde uçuşan kelimeler ve kurulmuş cümlelerle dolaşıyorum.”Bu durumu anlatabilmek için en iyi cümle şu olabilir” mırıldanmasıyla, cümle içinde cümlelerle elime kalemi alıyorum… İşte şimdi kağıda dökebilirim hevesi zihnimi ve ruhumu şiddetle ikna ediyor, ta ki boşluğa dikilmiş gözlerimin kağıdın beyazıyla kamaşmasına kadar… İkna, bir geçmiş zaman ekine dönüşüyor, derin bir nefes verip dönüyorum şimdiye…
Yazdıklarım bir türlü düşündüklerim olamıyor. Sanki bana kızgın bir el, zihnimin aktardıklarını yazmamak üzere beni cezalandırıyor. Okuduklarımın uzaklığını görünce kendimden, buruşturup bırakıyorum beyaz kağıdı ama sonra tekrar tekrar okuyorum, düzeltmeler yapıyorum, düzeltilmiş haliyle daha da anlaşılmaz oluyor sözcükler… Az önce kafamın içinde uçuştukları boşluğu bile dolduramayacak kadarlar… Benim değiller artık… Gerçi hiç benim olmadılar ki… Sahiplenmek marazlı bir alışkanlığımız olmuş… Tanıdık değiller diyelim. Tuhaf kokuyor hatta her şey bir anda… Yanından geçerken nefesimizi tutup, uzaklaşmak için can attığımız, ama diğer yandan yarı yolda burnumuzu azıcık aralayıp koklamaktan da anlaşılmaz bir dürtüyle haz aldığımız bir kokunun içine çekiliyorum… Çoğu insanın garipseyeceği kadar hassas olan burnumun algısı detayları iyice abartmamı sağlıyor sanırım… Bir kokunun bende yarattığı etkiyi farklı anlamlarla derinleştirebilmek de başkaca bir arıza mı ki… Yazdıklarımın sanki daha önce hiç bilmediğim duyumsamadığım biçimde farklı kokması o an beni ordan uzaklaştırsa da, bilinmeyenin kaynağını bulma içgüdüm beni günler sonra bile olsa tekrar o buruşturulmuş sayfaya götürüyor… Kokuya doğru… Bu sefer daha dinç, daha uyanık, daha azimliyim…
Kendimin karanlıklarını aydınlatabileceğimi umuyorum ya da… Aydınlandıkça içimin ışığında saklanıp kalabilirim belki… Hatta hiç çıkmasam ordan diyebilmenin özlemiyle doluyum…