“Ben Asıl Adam.. Bulutların ay ışığını ördüğü zifiri karanlık bir gecede, soğuk bir taş mermer üzerine doğdum. Işığı içinde taşıyan bedenim, aynı zamanda karanlığıyla yaratıldı.. Yıllar boyu, nefesimi kemiren bir zindanda yaşadım. İhtişamlı bir gölgenin esaretindeki vücudum, bir yanılsama kadar yalnız ve karanlık.. Safi bir kar tanesi gibi iken yağmaktan mahrum bırakıldım ben. Bir deney uğruna, güneş ışığının bir parçasına tamah edecek halde, hürriyetimden uzak bir yaşam sürdüm. Belirli birkaç kişi dışında başka kimsenin sesini işitmedim. Ellerim yalnızlıktan titrediği vakit, vaat edilene sarıldım. İstenmeyen hiçbir sesi çıkarmadım, asla riya göstermedim. Küçük şeylerden mesrur gözükmeyi daima bildim. Ve dahi ben yeryüzüne adım atma kararlılığı göstermiş iken buna engel olmaya kimin gücü yetebilirdi? Sançığ bir ok parçası aklıma saplanmış gibi, geçmişimle ilgili tek bir bilgim yok. Bir bildiğim var ise o da, ‘Evren boyu bizleri bir toz tanesi gibi savuran o semavi kurgunun, yaşayışımla mest olacağıdır..”
Henüz daha baharın başlarıydı. Denizin yanı başında, küçük, şirin bir meydandaydım. O gün hava sisten ve pustan tamamıyla arınmıştı. Gökyüzü, yağmurla birlikte iyice bir temizlenmişti. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber, renkler etrafımda çığlıklar atmaya başladı. Bu çılgınca canlılığın ortasında, ablak, hımbıl bakışlı insanlar, sersemce adımlarla bir yerlere yürüyorlardı. Onların aksine, benim, yürümek için tek bir sebebim yoktu. Yaşam önüme serilmişti ve bana yalnızca bakmak düşüyordu. Bakmak ve düşünmek, Tanrının Mekanın’ dan yollanıp insanlığın arasına çıkışımdan itibaren ihtiyaç duyduğum ilk iki özellikti.
Denizin üzerinde tek bir tekne bile yoktu. Yalnızca limana çapa bırakmış birkaç yolcu gemisi bulunuyordu, ama gemiler karşı kıyıyı görmeye engel değildi. Yavaşça, kıyıya tamamıyla örülü duvarların üzerine oturdum. Bacaklarım istemsizce sallanıyordu. Ne yapacağımı bilemeden öylece bakınmaya başladım. Etrafım hınca hınç insan doluydu. Boyları ve görünüşleri ortalama olarak aynı, uzun kollu ince mevsimlik kıyafetlerle dolaşıyorlardı. Dikkatle baktığımda yüzlerinde yaradılış kadar eski, yaşamsal bir telaş taşıyan, hepsi yataklarından zorla kaldırılmış yüzlerce insan görüyordum. Bazılarının gözlerinin içi belirgin bir şekilde kızarıktı. Çoğunun duruşu antik yunandan bir sütun gibi, soğuk ve donuktu.
İnsanların sihr ile örülmüş ruhları, karanlık suretlerin ardına hapsedilmiş gibi, coşkun denizlerin gürültüsünden uzakta, sanki bir matem esintisi zahirdi. Şahit olduğum manzara bana Olly’ nin yaşlı dudaklarında taşımakta güçlük çektiği birkaç öğüdü anımsattı. “Suretler ve karakter, sahici mutluluğu daima örselemişlerdir. Bir insan için daha fena olanıysa, ruhunda bin bir maske taşıyan ile ziyan edilmiş zamandır” derdi. Her defasında da sakallarını bir bilgin havası verircesine sıvazlardı. Her şeyin ötesinde, tabi ki bu düşüncelerim, yabanıl bir ot tanesi kadar vahşi bir halde seyrettiğim dünya ile ilgiliydi. Kritik etmek için en yetkin isim olmadığım kesindi ve hali hazırda, görünüşten bir sonuç çıkarmayı samimiyetsiz addeden bir adamım.
Bir süre daha etrafı anlamsızca seyrettikten sonra bütün günün böyle geçmeyeceğine kanaat getirdim. İlk başlardaki hevesim geçmişti. Renklerin etrafımda kaçışacağı bir ortam hayal etmiş olsam bile,-ki bu gerçek, bunu bir an bile olsa hayal ettiğimi itiraf etmeliyim- gerçek olan bu dünyaya adapte olmam gerektiğinin farkındaydım. Yıllar boyu süren o uzunca bekleyiş nihayet son bulmuştu. Odam, aklımın alamayacağı kadar genişlemişti ve artık içinde, benimle tanışmayı bekleyen sayısız misafirim vardı. O kadardır hayal ediyorum ki, artık dünya herkesten çok benim hakkımmış, tamamıyla bana aitmiş gibiydi. Elimde olsa, dünyayı ölü bir kar küresi gibiyken sallayıp, içinin cıvıl cıvıl oluşunu izlerdim.
Nereye gideceğimi ya da bir yere gidersem nasıl döneceğimi bilmiyordum. Denize tümüyle sarılmış duvara bir kol mesafesi kadar uzaklıktan, sahil şeridi boyunca yürümeye başladım. Güneş göz kapaklarımı buruşturuyordu. Pek çoğu farklı renkte ve biçimde olan ve birbirleriyle yarışırcasına ilerleyen arabalar ne kadar artarsa görünürdeki insan sayısı da o kadar azalmaya başladı. Hengamenin ortasında kulaklarımda uğultular oluşmaya başlamıştı ve yüzümde bir ekşime yaratan iğrenç korna sesleri, kafamın içinde yankılanıp çekilmez bir baş ağrısı yaratan iğrenç gürültü havuzu dikkatimi iyiden iyiye dağıtmıştı. Sesi absorbe edebilmek adına çevreye dikkatle bakınmaya başladım. Pencereleri denizi görecek biçimde kabaca inşa edilmiş binalar, yalnızca yaşamak için yapılmış basit yapılardı. Estetik hazdan uzak yüzlerce ev, yol boyunca akan trafik gibi değişip durdu. Dağlar boyu yığılı binalar insan doluydu ve dağların devrilip düzlük olduğu o sahil boyundan bütün bu karmaşayı gözlemlemek biraz yorucuydu.