Herkesin bir yerlere ve birilerine koşturduğu kocaman bir şehirde, hiç bir yere ve hiç kimseye koşturamamak.
Acele edilmeden gidilen Ortaköy…Yalnız başına içilen kahve.
Sürekli o yarım kalmışlık… Biten aşklar ve bir türlü bitmeyen üniversite hayatı gibi… İstanbul’a ait olamamak gibi… üç noktadan, tek noktaya inememek gibi bir cümle sonunda.
Bazen kaçıp gidesim geliyor.. “Nereye?” sorusu set oluyor önümde… saçma sapan konuşma diyor İstanbul.
Yine karşımdasın işte.. parmaklarınla masanın üstüne anlamsızca vuruyorsun, stresli olduğunda hep böyle yapardın. Kahveni yine soğutup içiyorsun, kötü rüzgar saçlarını dalgalandırıyor, kızıyorsun rüzgara kaşlarını çatıyorsun… unutamadığım her şey gibi yine çocuksu bakışlarınla bakıyorsun yüzüme…
az önce bir kabahat işlemişte söyleyemeyen bir çocuk gibi…
Konuşmuyoruz, konuşulacak her şeyi bitirdik çünkü.. beraber geçirmediğimiz günleri konuşacak yüzümüz de yok üstelik. İçtiğin kahvenini kokusu, parfümüne karışıyor esen rüzgarla…
Hiç bir şeyi unutamamak ne kadar güzel ve ne kadar da zavallıca. Erkek ol, kadın ol; herkes tarafından aptallıkla suçlanıyordun..
Rüzgar esiyordu..boğazın akıntısında siliniyordu suretin… kayboluyordu parfümünün kokusu… güneş batıyordu.. yalnız olduğumu yeni yeni idrak ediyordum.
Her şeyi hatırlıyorum şimdi… ayrılalım dediğin gün yüz yüze bile değildik.. aramızda yollar vardı.. aşılabilir yollar. Gerçekten neden aşmayı denememiştik?
Çok sevmek sözünün anlamını bilmiyordum.. Sevmek sözcüğünü yeni öğreniyordum çünkü. Ben hep yavaş öğrenen olmuştum… okumayı son üç ayda sökmüştüm mesela… sevgiyi anlamak daha uzun sürerdi.. ama sen bekleyememiştin beni…
Hesabı istiyorum garsondan… keşke hayattandan isteyebilseydim hesabımı.
Şimdi beyaz bir vapurda, beyaz martıların sesiyle dönüyorum, İstanbul’un doğup büyüdüğüm tarafına. İçimde büyüyen bu aptal, bu anlamsız mutsuzlukla… Ciddi konular bunlar…Sen bana aldırma.